Önümüzdeki yıl bu hedeflere ulaşmaktaki güçlükleri nesnel bir şekilde değerlendirebilmek için önce 2018’in ikinci çeyreğinden itibaren ortaya çıkan ve 2019’da büyük ölçüde devam eden sorunların kaynaklarını doğru bir şekilde belirlememiz gerekiyor.
Bitki, genetik kaynaklarımızın günümüz ve gelecekteki bitkisel araştırmaların kullanımına hazır bir şekilde kaybolmadan saklanmasını mümkün kılıyor. Bu tohumlar, ülkemizin zenginliği, kaybolmadan korunmalı. Gelecek kuşaklar, besin ihtiyaçlarını bu tohumların yeniden üretimi ile karşılayacağından çok önemli bir yer tutuyor.
Türkiye ekonomisi 2020 yılına son iki yılda yaşadığı sorunlardan kaynaklanan ağır yüklerle giriyor. Bu bakımdan önümüzdeki yıl sadece güç bir yıl olmakla kalmayacak zorlu sınavlardan geçilecek bir yıl olacağını da söyleyebilirim. Ekonomi yönetimi başarı çıtasını Orta Vadeli Programa koyduğu hedefler itibariyle nispeten yüksek tuttu: Ekonomik büyümede hedef yüzde 5; çok yüksek görünmeyebilir ama 2019’da tahminen yüzde 1 olarak gerçekleşecek bir büyümeden bu düzeye ulaşılacağı iddiası söz konusu. Dahası bu büyüme yüzde 1,2 gibi oldukça düşük bir cari açık / GSYH oranı ile gerçekleştirilecek. İşsizlik oranı da yüzde 14 civarından yüzde 11,8’e geriletilecek; aslında büyüme oranı yüzde 5’e ulaşabilirse bu hedefe yaklaşmak o kadar güç olmayabilir.
Enflasyonda ise çıta son TCMB Enflasyon Raporu’na göre yüzde 8,2’de; 2020’ye bir yandan yaklaşık yüzde 12 düzeyinde ve oldukça katılaşmış bir enflasyonla gireceğimiz diğer yandan para politikasına ilişkin siyasal belirsizlikler düşünüldüğünde enflasyon oranında 4 puanlık bir gerileme kolay olmayabilir.
YAKIN GEÇMİŞTE YAŞANAN SORUNLAR VE İZLENEN EKONOMİ POLİTİKALARI
Önümüzdeki yıl bu hedeflere ulaşmaktaki güçlükleri nesnel bir şekilde değerlendirebilmek için önce 2018’in ikinci çeyreğinden itibaren ortaya çıkan ve 2019’da büyük ölçüde devam eden sorunların kaynaklarını doğru bir şekilde belirlememiz gerekiyor. Aynı zamanda ekonomi yönetiminin bu sorunların üstesinden gelebilmek için hangi önlemlere ve politikalara başvurduğunu, bu önlemlerin ve politikaların ne ölçüde isabetli olduklarını da tartışmaya ihtiyaç var.
2018 yılında Türkiye ekonomisinde yaşanan ekonomik sorunların temel kaynağını siyaset cephesindeki gelişmelerde aramak gerekir. Bilindiği gibi 2017 yılı siyasal tarihimizde önemli bir dönüm noktası oldu. Nisan 2017’de yapılan referandumla yeni anayasa kabul edildi ve siyasal rejim değişti. Referanduma olabildiğince olumlu ekonomik koşullarda girebilmek için yönetim iç talebi canlandıracak olağan üstü teşviklere başvurdu ve sonucunu aldı; 2017’de ekonomi büyüme yüzde 7,4 gibi çok yüksek bir düzeye ulaştı.
Ama bu başarının bir de bedeli vardı: Enflasyon çift haneye yükselirken cari işlemler açığı büyümüştü. Döviz kuru baskı altındaydı. Bozulan dengelerin düzeltilmesi için istikrar politikalarının uygulanması beklenirken bu kez AK Parti yönetimi cumhurbaşkanlığı ve genel seçim kararı aldı. İstikrar politikaları yerine teşvik politikaları devam ettirilirken faiz politikasını bağımsız yürütmesi gereken TCMB Cumhurbaşkanı’nın faiz-enflasyon söylemiyle siyasal baskı altında kaldı ve gereken faiz tepkisini gösteremedi. Para politikasında yaşanan tereddütler ve dış politika şokları nedeniyle döviz kurunda büyük artışlar meydana geldi ve zaten çift haneye yükselmiş olan enflasyonda büyük sıçrama yaşandı.
Bu koşullar altında 2018’in ikinci çeyreğinde ekonomik büyüme önce durdu, üçüncü çeyrekten itibaren daralma başladı ve daralma son çeyrekte de devam etti. TCMB’nin Eylül ayında nihayet Türk Lirasının baş döndüren değer kayıplarına dur deme cesareti göstermesi sonucu döviz kurunun istikrara kavuşması ve kamu harcamalarında gerçekleşen artışlar ile iç talebi canlandırmaya yönelik destekler sayesinde ekonomik daralma 2018’in sonunda dizginlenebildi. Ama kredi faizleri yüzde 30’lara dayanmış, bankaların bilançolarında geri ödenmesi olanaksız kredi miktarları büyük boyutlara ulaşmış, işsizlik, özellikle inşaat sektöründe ortaya çıkan istihdam kayıplarının etkisiyle hızla artamaya başlamış ve belki de en önemlisi ekonomi yönetime olan güven büyük ölçüde sarsılmıştı.
Bu bağlamda 2019 yılına girerken temel soru şuydu: Daha önce yaşadığımız son iki büyük ekonomik krizde (2001 ve 2009) olduğu gibi “hızlı bir toparlanma” başarılabilecek miydi? Yoksa pek çok yerli ve yabancı ekonomistin iddia ettiği gibi bu kez Türkiye ekonomisinin içinde bulunduğu koşulların farklılığı nedeniyle ekonomik canlanma cılız kalıp Türkiye ekonomisi uzunca bir süre düşük büyüme patikasına takılıp kalacak mıydı? Önce 2019’da bardağın dolu ve boş taraflarına bir göz atalım.
İç talepte büyük gerilemenin sonucu olarak ithalatta hacimli düşüş yaşanırken Türk Lirasının değer kaybı ve iç talebin daralması sayesinde ihracatta belirli bir artış gerçekleşti. Sonuçta cari işlemler açıktan fazlaya geçti. Buna paralel olarak hızla yükselen faizler Türk Lirası varlıklara yatırımı cazip hale getirdi. Döviz kuru 2019 yılında oldukça istikrarlı seyretti ve enflasyon hızla düşüşe geçti. TCMB’nin politika faizi de bu gelişmeler sayesinde döviz kurunda bir sorun yaratmadan yüzde 12’ye kadar düşürülebildi. Ancak gelinen seviye para politikasının enflasyon hedefi ile ne kadar tutarlı olduğuna dair soruları ve endişeleri de beraberinde getirdi. Son haftalarda döviz kurunda görülen artışlarda bu endişelerin payı olduğu kanaatindeyim.
GSYH artışı da yılın ilk üççeyreğinde birikimli olarak yüzde 3’ü biraz aştı. Dördüncü çeyrekte tahminler muhtelif ama büyümenin devam ettiği görülüyor. Bu görünüm çerçevesinde 2019’un büyüme performansı üzerine geniş bir görüş birliği mevcut. 2019’da GSYH artışının yüzde 1 civarında olacağı tahmin ediliyor. 2001 ve 2009’da GSYH’nın yüzde 5’e yakın azaldığı hatırlanırsa bu sefer “ucuz atlattığımız” söylenebilir. Ancak bir de bardağın boş tarafı var ve bu boş taraf halen çözüme kavuşmamış yakın bir gelecekte de çözüme kavuşturulması pek olası görünmeyen önemli yapısal ve ekonomi politikası sorunlardan oluşuyor. Bu sorunlar makul süre içinde çözümlenmediği takdirde önceki krizlerde olduğu gibi güçlü bir canlanma pek olası görünmüyor.
2020: YAPISAL REFORMLARDA VE PARA POLİTİKASINDA SINAV YILI
Ekonomi yönetimi 2020 için büyüme hedefini yüzde 5 olarak belirledi. Bu hedef nispeten güçlü bir canlanma gerektiriyor. Bu gereğin önündeki önemli sorunların başında “batık borçlar” geliyor. Her banka aynı ölçüde bu sorundan etkileniyor olmasa da pek çok bankanın gerçek miktarı belirsiz olan ama hacminin ürkütücü boyutlara geldiği iddia edilen geri ödenemeyen kredilerle karşı karşıya olduğu herkesin malumu. Bu sorun çözümlenmeden bankaların, özellikle pek çok özel bankanın, kredi çarklarını güçlü bir canlanmayı sürdürecek ölçüde harekete geçiremeyeceği aşikâr. IMF’in kısa sürece yayınlanan 4. Madde raporunun bu sorunu özellikle vurguladığını ve bağımsız bir değerlendirme yapılarak gerçek durumun ortaya çıkarılmasını tavsiye ettiğini belirtmek isterim.
İkinci büyük sorun yatırımlar cephesinde yaşanıyor. Yılın ilk yarısında görülen canlanma büyük ölçüde özel tüketimde görülen hareketlenmeden, kısmen de ihracat ve kamu harcama artışından kaynaklanmıştı. Ama yatırımlarda hiç kıpırdanma olmadı aksine azalmaya devam ettiler. Bu cephede en sorunlu kesimin topluk konut kesimi olduğunu hatırlatmak isterim. Mevcut stoklar azami ölçüde boşaltılmadan yeni projelere başlanması beklenemez. Bununla birlikte düşün faizler sayesinde son aylarda ipotekli satışlarda belirgin bir artış gözlemlendiğini de not etmek gerekiyor. 2020’de yatırımlarda ılımlı bir canlanma mümkün görünüyor ancak önceki krizlerden güçlü çıkışın önemli ölçüde yatırımlarda görülen güçlü canlanmadan kaynaklandığını da unutmayalım. Güçlü canlanmanın önündeki bir diğer engel de faizlerin seviyesi değil geleceğe olan güvensizlik. Öyle ise ekonomi yönetimi tüm kurumlarıyla yerli ve yabancı yatırımcılara izleyeceği politikaların isabetine dair güven vermek durumunda.
Kaybedilen güveni geri kazanmanın çok boyutlu ısrarlı çabalar gerektirdiğini sanırım uzun uzun anlatmama gerek yok. Yazıyı uzatmamak için sadece bir boyutuna, para politikası boyutuna değinmek istiyorum. TCMB’nin para politikasını bağımsız bir şekilde tayin etme olanağına artık sahip değil. Bu olanaksızlığın fiilen oluştuğu epey bir süredir belliydi ama Cumhurbaşkanı’nın AK Parti genel başkanı sıfatıyla 5 Kasım Salı günü gurup toplantısında yaptığı açıklamalar bu durumu resmen tescil etti.
TCMB’nin para politikası bağımsızlığını kaybetmesi kaçınılmaz olarak yanlış para politikası izleyeceği anlamına elbette gelmez. Ama böyle bir riskin küçümsenemeyecek düzeyde olduğunu düşünüyorum.
2018’ın sonbaharında başlayan kur istikrarı ile düşük iç talebin enflasyonu hızla aşağıya çektiğini biliyoruz. Baz etkileriyle enflasyonun yaklaşık olarak hangi düzeye gerileyeceği de büyük ölçüde belliydi. Bu koşullarda Temmuzdan itibaren yeni TCMB yönetimi büyük çaplı faiz indirimlerine girişti. Bu noktada şu hususu özellikle belirtmek isterim: Enflasyon TCMB ardı ardına hamlelerle faizini yüzde 24’den 12’ye düşürdüğü için enflasyon düşmedi, enflasyonun düşeceği ve aşağı yukarı ne kadar düşeceği belli olduğundan faizler aşağıya çekilebildi. Ama dikkat edin her faiz indirimi sonrası TCMB faizi beklenen enflasyonunun üzerinde kaldı. Ama bu marj giderek azaldı ve neredeyse sonunda sıfırlandı. Gelinen noktanın TCMB yeni başkanı Uysal’ın ayağının tozuyla ortaya attığı “makul reel faiz” doktrini ile bağdaşmadığı kanaatindeyim.
Böyle ise 2020’de TCMB’nin yeni yönetimini zor bir sınav bekliyor demektir. 2020 yılı yaklaşık yüzde 12’lik enflasyon ve onun birkaç puan üzerinde bir kredi faiz düzeyi ile başlayacak. Bu düzey iç talebi istenen ölçüde canlandırmak için yeterince düşük sayılmaz. Eğer böyle olursa, diğer ifade ile güçlü canlanma gecikir, işsizlik de artmasa bile yüksek düzeyde kalmaya devam ederse, Cumhurbaşkanlığı TCMB yönetimine ne gibi uyarılarda bulunacak? Bu uyarılar yeni yönetim tarafından “makul reel faiz” doktrini ile nasıl bağdaştırılacak? Bu soruların nasıl yanıtlanacağını göreceğiz. Para politikasında zorlu bir sınava başlıyor derken verilecek yanıtların hiç de kolay olmadığını söylemek istiyorum.
İŞSİZLİĞİN GELECEĞİ
2019 işsizliğin zirve yaptığı bir yıl oldu. Elimizdeki en güncel işgücü piyasası istatistikleri TÜİK’in 15 Aralıkta yayınladığı Eylül dönemine ilişkin. Mevsim etkilerinden arındırılmış rakamlara göre genel işsizlik oranı Temmuz döneminde yüzde 14,2 ile zirve yaptıktan sonra Eylül döneminde yüzde 13,9’a geriledi. İşsizliğin, özellikle inşaat sektöründe baş gösteren istihdam kayıplarının etkisiyle artışa geçtiği Şubat 2018’de işsizlik oranı yüzde 9,8, işsiz sayısı da 3 milyon 144 bindi; Eylül 2019’da işsiz sayısı 4 milyon 553 bin.
Ağustos döneminden itibaren işsizlik oranlarında görülen azalış umut verici olarak görülebilir. Ancak arka plandaki işgücü ve istihdam gelişmeleri geleceğe iyimser bakışı gölgeler nitelikte. İstihdamın azaldığı işsizliğin de hızla arttığı dönemlerde işgücü artışı belirgin ölçüde yavaşlar. Nitekim son bir yılda işgücü artışı 200 bin civarında kalmıştır. Oysa normal dönemlerde bu artış istihdam artış temposuna bağlı olarak 800 bin ile 1 milyon arasında oluşur. Son iki dönemde ise işgücü artışı toplamda 18 binden ibarettir. Kısacası, işsizlikte son iki dönemde görülen gerilemede bu duraklama önemli bir rol oynamıştır.
Tarım dışı istihdam artışı ise son iki dönemde 98 bindir. Bu tempo önümüzdeki bir yıl devam edecek olursa 600 civarında bir istihdam artışı beklenebilir. Ekonomik büyüme yüzde 5’e yakın olursa bu miktarda bir istihdam artışı makuldür. Bununla birlikte istihdam artışı mercek altına alındığında son derece dengesiz bir gelişme görülmektedir. Son iki dönemde sanayinin 54 bin, inşaat ise 21 bin istihdam kaybetmiştir. İstihdam artışının yegâne kaynağı hizmetlerdeki 172 binlik artıştır. İki aylık bir süre için bu olağanüstü bir artıştır ve gelecek aylarda bu tempoda devam edeceği çok kuşkuludur.
Bu arka plan özellikleri itibariyle işsizliğin daha önceki krizlerde deneyimlendiği gibi hızlı bir yükselişin ardından bir o kadar hızlı bir şekilde gerilemesi mümkün görünmüyor. Kaldı ki ekonomik büyüme oranı pek çok tahmincinin beklediği gibi yüzde 3-4 arasında kalırsa 4,5 milyonluk işsizler ordusu uzunca bir süre varlığını sürdürebilir. Bu öngörü gerçekleştiği takdirde işsizlik sürelerinin daha önce hiç deneyimlemediğimiz kadar uzaması kaçınılmaz olacaktır. Bu durumda toplumsal açıdan yeni bir tehdit ile karşı karşıya kalabiliriz çünkü bu koşullarda işsizlik tazminatı alabilen işsizlerin çoğunluğu iş bulamadan tazminattan yoksun kalacak, tazminat alamayan ve bu nedenle aile dayanışmasına sığınmış olan işsizlerin durumu ise daha da vahimleşecek demektir.