Kemal Çolakoğlu… Türk sanayisine ve sivil toplum kuruluşlarına adanmış bir ömür… Türkiye’nin sanayileşme hamlesine şahitlik eden Kemal Çolakoğlu’nun hayat hikayesi üzerinden İkinci Yüzyıl’da yeni yol haritası çizilirken yapılması gerekenleri konuştuk. Çolakoğlu, Türkiye’nin birinci önceliğinin ekonomik istikrar olduğuna dikkat çekiyor.
İzmir özelinde yabancı sermayeyi bölgeye daha fazla çekmenin yollarını aramak gerektiğini vurgulayan Çolakoğlu, bu konuda güçlü bir potansiyel ve gelişme olduğunu kaydediyor. Öte yandan İzmir’in kendine özel bir model ile gelişmesinin önemine vurgu yapan Çolakoğlu, “Biz İzmirliler bir İstanbul olmak istemiyoruz.
İstanbul koşanların, Ankara somurtanların şehri ise biz yürüyerek gülümseyenlerin şehri olmak istiyoruz. Bu nedenle İzmir’e çok haksızlık yapanlar var. Çocuklarımız artık İstanbul’a taşınayım diye düşünmüyor” diyor.
Kemal Bey, öncelikle EGİAD üyelerine kendinizi tanıtır mısınız?
Bugün İzmir sanayi şehri gibi gözükse de aslında gerçek bir tarım şehridir. Hayvancılıkta keza…İzmir Büyükşehir Belediyesi’nin bu konuda yaptığı çalışmaları takdir etmemek mümkün değil. Doğru bir çalışma yapılıyor.
1950 Karşıyaka doğumluyum. İlköğretimimi Karşıyaka Ankara İlkokulu’nda, ortaöğretimimi İzmir’de Türk Koleji’nde okudum. Orta Doğu Teknik Üniversitesi (ODTÜ) Metalurji Mühendisliği Bölümü’nü 1972 yılında bitirdim. Dolayısıyla doğum tarihim ve ODTÜ’de okuduğum tarihi de dikkate alırsak 68 Kuşağı’nın genciyim.
Üniversiteyi bitirdikten sonra, metalurji mühendisi olarak Türkiye Petrolleri Anonim Ortaklığı’nda kısa süreli mühendis olarak çalışmama müteakip, İzmir’de kurulu olan Döküm Sanayi Anonim Şirketi’nde 23 yaşında teknik müdür olarak istihdam edildim. 1975 yılına kadar orada çalıştıktan sonra kısa dönem askerliğimi bitirerek, kendi şirketim olan Plasmet Anonim Şirketi’ni abim Sabri Çolakoğlu ile birlikte kurduk. Türkiye’de ilk defa kullanılmaya başlayan plastik ambalaj çemberinin dağıtımcısıydık.
O dönemde ayrıca toptan inşaat demiri ticaretiyle de ilgileniyorduk. 1980 yılına kadar bu şekilde ticari hayatın içinde olduk. 1980 yılında 24 Ocak kararlarıyla birlikte, ihracatın bir parçası olmak üzere, elimizdeki sermayeyle tel ve çivi fabrikası kurduk.
Önce Irak ve Libya’ya başlayan ihracatımızı, 1985 yılında ABD’nin ayda bin ton çivi ihraç edecek bir başarıyla devam ettirdik. 1989 yılına kadar Manisa Organize Sanayi Bölgesi’nde kurduğumuz çok modern tel ve çivi fabrikasında bu işi sürdürdük. 1989 yılında Türkiye’nin ABD’ye yapılan demir-çelik ihracatlarında her türlü teşviki kaldırması üzerine bir gecede işsiz kaldık. Fabrikayı da Türkiye’nin önemli holdinglerinden birine sattık.
Elimizde biriken sermayeyle “Ne iş yapmamız lazım” derken, İstanbul’da bulunan Türkiye Ekonomi Bankası ve Çolakoğlu Grubu’nun yöneticileri, sahipleri olan kuzenlerimizden bir konteyner fabrikasını kurma teklifi aldık. Bu şirket İzmir’de kuruldu.
Bu şirketin büyük hissedarı Çolakoğlu Grubu, biz de küçük hissedarı, aynı zamanda Japon Mitsui‘yi ve de Tayvan’lı konteyner fabrikasını aldığımız know-how özelinde ortak aldık. Bu fabrikada 1990 yılında üretime başladık. Özellikle 1995 yılına kadar çok büyük başarılar elde ettik. Bin kişinin çalıştığı, 100 milyon dolara yakın ihracat yapan bir yapı haline geldik. Özellikle 2000 yıllarından itibaren bütün konteyner fabrikaları dünyada Çin’e taşındı ve Çin müthiş bir rekabete başladı. Çin’de 60 konteyner fabrikası oldu ve Çin’in kendi hükümetinden aldığı sübvansiyonlu konteynerleri bizim piyasalarımıza sokması ile birlikte bizim hiçbir satış şansımız olmadı. Çünkü biz Gümrük Birliği ülkesi olarak devletten hiçbir teşvik alamıyorduk. Çin’in bu haksız rekabetini gösterip Avrupa fonlarından destek almamız lazımdı. Maalesef
bize kimse de sahip çıkmadı. Fabrikayı yaşatabilmek için çırpındık. İstanbul’daki Marmaray Projesi’ndeki boğazın altındaki tünelleri çelikten İzmir’de biz yaptık. 12’şer metrelik parçalar halinde gönderdik. 2010 yılında fabrikamızı kapattık. Fabrikada şimdi 2010 yılından itibaren rüzgâr enerjisi pervaneleri üreten çok uluslu şirket çalışıyor. Onlar da orada binlerce işçi istihdam ediyorlar. Yaptığımız yatırım da boşa gitmemiş oldu. Şimdilerde yarı emekli olarak da hayatımı sürdürüyorum.
Sonuçta baktığınızda 50 yıla yakın bir süreç. Türkiye’deki sanayileşme hikayesine her kademesinde eşlik etmiş birisiniz. Burada önceliklendirdiğimiz hususlar neler oldu? Türk sanayisi özelinde hangi konuları tecrübe ettik ve hangi hataları yaptık?Süreci dört ayrı tarihsel döneme bölüyorum. İlki Osmanlı Dönemi… Türklerin sanayiyle iştigal etmediği hatta üreticiliğin ayıp sayıldığı bir dönemden bahsediyoruz. Türk milletinin köylü ya da devlet memuru olarak çalıştığı bir süreç vardı. Bu Birinci İktisat Kongresi’ne kadar böyleydi. Büyük Atatürk’ün Cumhuriyeti ilan etmesiyle birlikte Türkiye’de ikinci dönem başladı. İkinci dönem devlete dayalı bir dönemdi. Sümer Bank ile Eti Bank ile demir çeliği ile çimentosu ile ayakkabıdan toplu iğneye kadar her şeyin devlet tarafından üretildiği dönemi yaşadık.
İZMİR HALAY ÇEKMEYİ BİLİYOR!
O zaman İzmir’e bu noktada haksızlık mı ediliyor? Halay çekmeyi iyi biliyor mu?
Kesinlikle. Aslında İzmir’de kişisel hırsları bertaraf edilmiş egolar bir kenara bırakılmıştır. Bakın, ESİAD VE EGİAD’ a mükemmel iyi anlaşırlar. Aralarında yazılı anlaşma var. Başkanlar Kurulu sayesinde ayda bir kere toplanırlar. Derdi olan, problemi olan kavgasını orada verir. Sorun orada çözülür. İzmir’e gelen valiler hayran olurlar. Bu ne kadar güzel bir proje derler ve giderken gittikleri şehirde kurmaya çalışırlar. Biz rol modeli oluyoruz bu noktada. Bu konuda rol modeldir İzmir. Bunu da biz başarmışızdır.
Her şeyi devletin yaptığı ikinci dönemi 1950 yılına kadar yaşadık. 1950 yılından sonra özel sektör devlet karışımı olan karma ekonomiye geçtik.
İşte oradan itibaren İzmir’de kendi ekonomisinin içinde yerini alarak biliyorsunuz Çimentaş, Metaş o zamanların kurulan fabrikalarıydı. Onlarla birlikte Türkiye karma ekonomide üçüncü bölümü sürdürdü.
Şimdi aslında dördüncü bölüme geçtik. 24 Ocak kararları ile birlikte Türk ekonomisini ve sanayisini dünya pazarlarına açtık. Devlet küçüldü. Birçok ekonomiden ve üretimden çıktı. Onun yerine artık özel sektör, yabancı sermaye vs. gelmeye başladı. Şimdi bütün bu süreç içinde gördüğüm en önemli şey Türkiye her başarılı ekonomik hamlesini siyasi istikrarı yakaladığı dönemlerde elde etti. Birinci önceliğimiz; ekonomi için siyasi istikrardır.
Siyasi istikrar deyince özellikle koalisyon dönemlerinde büyük sıkıntı çektik. 2000 yılında Cumhuriyet tarihinin en derin, en büyük ekonomik krizini koalisyon hükümetinin ekonomiyle ilgili öncelikleri geri bırakarak siyasi çıkar önceliklerine girmesi nedeniyle yaşadık. Siyasi istikrarı sağlamadan ekonomik istikrarı sağlayamıyorsunuz. Türkiye’nin birinci önceliği kesinlikle ekonomik istikrar.
Siyasi istikrar eşittir, ekonomik istikrar mı diyorsunuz?
Öncelik ekonomik istikrardır. Ekonomik istikrar da siyasi istikrar olmadan olmuyor. Siyasi istikrar deyince de bundan illa tek partiyi anlamamak lazım. Aslında geriye dönüp baktığım zamanlarda gerek Demokrat Parti döneminde gerek Adalet Partisi’nin bir iki defa tek başına iktidar olduğu dönemlerde, tek parti olarak parlamentoya her gelişi Türkiye’ye birkaç basamak atlatmıştır.
Bu son dönem, yine son 20 yıl tek parti iktidarı olmakla birlikte siyasi istikrar konusunda bazı tartışmalar olduğu ortada.
Burada hukukun üstünlüğü gerçeği de var…
Tabii bu çok önemli. Bir yüksek mahkemenin, diğer bir yüksek mahkemeyi mahkemeye vermesi yabancı sermaye içinde kafa karıştıran bir olgudur. Bu nedenle yabancıların Türkiye’ye gelebilmesi için, Türkiye’yi avantaj görebilmesi için mutlak suretle Türkiye’de yargı sisteminin iyileştirilmesi gerekiyor. Dolayısıyla Türkiye’nin bana göre ekonomiden de önce en önemli önceliği eğitimdir. Ekonomi iyi olmazsa eğitimi nasıl başaracaksınız? Hepsi birbirinin içinden çıkan yumurta tavuk meselesi.
Ekonomiden önce eğitimde mi seferberliğe ihtiyacınız var?Bugün kesinlikle eğitimde bir seferberlik gerekiyor. Eğitimin tekrar ele alınarak değiştirilemeyecek bir düzene geçilmesi gerekiyor.
Dört tane torunum var. En büyüğü 22 yaşında. 20 yıldır onların eğitimini takip ederim. Her sene ayrı bir uygulama çıkıyor. Bu hem çocuklar hem ebeveynler hem okullar hem de öğretmenler üzerinde negatif bir etki yaratıyor. Türkiye’de devletin bütün şekilde yıllarca değiştirilemeyecek bir eğitim uygulama ve seferberliğinin başlaması lazım.
Dediniz ki yabancı sermayenin güvene ihtiyacı var. Bunun için neler yapılmalı?
Evet. Yabancı sermaye güven ister.
Tecrübelerle edindiğimiz üstünlüklerimiz neler oldu?
Avrupa’nın fiyatları bizden yüksek. konteynera başladığımız dönemlerde Doğu Bloğu dediğimiz blokun ve Uzak Doğu’nun kalitesi de bizden düşüktü.
Dolayısıyla Avrupa’da, Avrupa merkezli iyi kalitede ama hesaplı fiyatla çalışabilecek üreticilere ihtiyaç vardı. Türkiye bunu yakaladı. Türkiye’nin bunu yakalaması ile ihracatta iyi ivmelere ulaştı.
Türkiye bir tarım ülkesiydi. Tarımın yanı sıra sanayileşmeye geçerken tarıma dayalı sanayide çok başarılı olamadık. Tarıma dayalı sanayi özellikle İzmir ve Ege Bölgesi için en önemli çıkış yoluydu. Bunu başaramadık. Yoksa bugün Türkiye ulaşım altyapısıyla konumu itibarıyla fevkalade iyi bir konumda. Dünyanın her yerine de ihracat yapabileceğimiz potansiyelde.
Buradan doğru bir atıfta bulunmak istiyorum. Pandemi döneminde de biz bunun avantajını gördük. Coğrafi yakınlığın avantajını yaşadık. Yetişmiş insan gücü, anında hizmeti ulaştırabilme vs. Normalleşme süreci ile elimizdeki avantajı tutmayı beceremedik. Türkiye burada nerede hata yapıyor?
Türkiye’de kaynakların kullanımı çok önemli. Biz de devleti sanayide ve hizmet sektöründe görmek istemiyoruz. Devletin hizmet sektöründe ve sanayi üretiminde olmaması gerekiyor. Bunu özel sektör aracılığıyla yapmasını doğru buluyoruz. Ancak nerelerde üretim yapılacağı çok önemli.
İnşaat sektörü belki 150 kalem üretime neden oluyor ama bu yeterli değil. Türkiye’nin özellikle ara malı üretiminde çok büyük açığı var. Türkiye artık gelmiş olduğu noktadan ara malı üretimine geçmesi lazım. Bunun içinde her şeyimiz var.
Enerjide dışa bağımlıyız. Türkiye’de güneş enerjisinin toplam enerji üretimindeki payı yüzde 10’a yükseldi. Bu çok önemli gelişme. Rüzgâr derken hidroelektrik ve rüzgâr dünyası güneş enerjisiyle çok önemli gelişme yakalayıp enerjideki dezavantajımızı da avantaja çevirmek üzereyiz. Türkiye özellikle ara malı üretimi ve ihracatında üs olmalı.
Şu ürün grupları, stratejik ürün grupları ve bunlarda daha fazla dersimizde çalışmalıyız” dediğiniz ürünleri örnekleyebilir misiniz?
İplik gibi ham maddesi ülkemizde bulunan ara malını desteklemeliyiz.
30-40 yıl önceydi daha çocuktum. Türk Ekonomi Bankası’nın kurucusu amcam bana bir gün dedi ki “Siz İzmirliler bir ağaçta 10 tane kuş gördüğünüz zaman sekizini vuracağınıza inanmadan ateş etmezsiniz.”
Teşvikler oluşturmalıyız ama gizli teşvik ama açık teşvik gibi. Örneğin; Türkiye’nin demir çelik diye bir sorunu kalmadı. İyi tespitler yapılarak Türkiye enerji sektöründe darboğaza düşmeden bugünlere gelebildi. Bir de Türkiye, ham maddesi kendinde olan toprak mamullerinin yani çimento da seramikte iddialı bir ülke olmalı. Madencilik özelinde önemli bir potansiyel var. Artık rekabet etmeyi Türk sanayicisi öğrendi. İhracatçı çantası elinde pazarlamayı da öğrendi. Toprak sizde üretim sizde. Artık bizim Avrupa piyasalarında kimseye pabuç bırakmamamız lazım, seramik ithal etmemeliyiz diye düşünüyorum.
ÇOLAKOĞLU’NDAN GENÇLERE MESAJ:
“ÜZERİNİZE VAZİFE OLMAYAN İŞLERE KARIŞIN”
“Gençlere benim söyleyeceklerim belki çok ekonomik değil. Daha çok sosyal odaklı… Ben her şeyin başının sevgi olduğuna inanıyorum. Öncelikle kendileriyle barışık olsunlar. Kendilerini sevsinler. Sonra zaten içinden geldikleri ailelerini, eğitim gördükleri okullarını, çalıştıkları işi, yaşadıkları şehri sevsinler. Ayrıca mutlaka ve mutlaka sorgulamacı olsunlar. Yani bizim eskiden yetiştiğimiz üzerine vazife olmayan işlere karışmanın tam tersini yapsınlar.
Kendilerine vazife olmayan her şeye dahil olsunlar, karışsınlar. Her şeyi sorgulasınlar. Gökyüzündeki ozon deliğini de sorgulasınlar. Yerde müteahhitin hileli döşediği, ayağının takıldığı taşı da sorgulasınlar. Sorgulayan bir gençlik olmak zorundayız.
Üçüncüsü, dünyanın bütün imkanları ellerinde, dünyayı takip etsinler. Yani bugün eğer her genç günde iki tane gazete okusa, benim görüşüm üniversite bile okumasına gerek yok.
Bugün ihracat birim değerimiz 1.57 dolar. Burada teknoloji ve katma değerli üretim konusunda neler yapmamız gerekiyor?
Türkiye mesela kendi teknoparklarını bugünkü ihtiyaç olan noktaya getirmekte çok geç kaldı. 20 yıl evvel Avrupa’da gezdiğim müthiş teknoparklar vardı.
Teknopark kendi sanayini kendi patentini icat etme mevzusudur. Biz bunları dışarıdan ithal ediyoruz. İzmir’i ele alalım.
Kaç tane teknoparkı var? Kaç tanesinden netice alıyoruz? Toplasan 4 -5’i geçmez.
“Kağıt üzerinde kalmamalı” diyorsunuz.
Kağıt üzerinde 64 teknopark… Hayır yani böyle olmamalı. İzmir’de organize sanayi bölgelerine dayalı bir modelde çok başarılı olduk. Ege Bölgesi Sanayi Odası olarak İzmir’e 20 organize sanayi bölgesi yapmayı hedeflemiştik. Şehrin bütün etrafını organize sanayi bölgeleriyle donatalım. Hem sanayinin doğaya, çevreye, şehir merkezine vereceği zararı önleyelim hem istihdam yaratalım hem de bu bölgelerin etrafında kurulacak uydu kentlerle göçün şehir merkezine olan zararını önleyelim diye düşünmüştük.
Ege Bölgesi Sanayi Odası olarak başarılı olduğumuzu düşünüyorum. En azından gereken yerlere organizeler mümkün olduğu kadar kuruldu.
Bizler KOBİ’lerde de çok geciktik. Avrupa’da iki sanayicinin bir fabrika kurması gibi örnekleri anlatılıyordu. Türkiye’de bunun çok güzel modelleri vardı ama o insanları teşvik etmekte, ayaklandırmakta, eğitmekte çok geç kaldık. Şimdi yapılıyor. KOBİ’ler de zaten artık Türkiye’de önemli bir ölçeğin içine girdiler.
Ara mamul dışında önceliklendirmemiz gereken başlıklar ne?
Ara insana ihtiyacımız var. Türkiye’nin 81 ilinde kaç tane üniversite var ben ezbere bilmiyorum. Bu üniversitelerin yetişen gençleri çoğu işsiz kalıyorlar. Onları teknik okullarda, teknik bilgiyle eğitmek mümkün olsa hem iyi eğitim vererek hem de öğrendiğiyle dışarıda kendisine iyi bir hayat sağlayabilecek ücreti elde edebilecek. Bu konuyu çözeceğiz. Bugün ilk soracağım şey, niçin Türkiye’de her organize sanayi bölgesinde bir tane meslek okulu, yüksek meslek okulu yok kardeşim? Çok geç başladı. Geç ve hala çok ağır. Ara eleman sorununu çözmemiz lazım. Türkiye’de inanın ara eleman için Suriyeli mülteciler ile çözüm bulunmaya bakılıyor. Meslek liseleri konusunda özel bir çalışma yapılması gerekiyor. Her sanayi odasına, her organize sanayi bölgesine bir mesleğe dayalı yüksek okul, üniversite veyahut meslek lisesi kurulmasını zorunlu hale getirilmeli. Bunu yasayla zorunlu hale getireceksiniz. Tarımın dışında toprağa ve madene dayalı kendi ham maddemizi elde edebileceğimiz sektörlere odaklanmak gerekiyor. Ayrıca gıdaya dayalı sanayide kendimizi geliştirmeliyiz.
Teknoparklar acaba daha spesifik konuya mı dönmeli?
Organize sanayi bölgelerindeki meslek yüksekokulların kesinlikle buna yönelik olması gerektiğini düşünüyorum.
Plastik Organize Sanayi Bölgesi’nde elbette plastiğe dayalı bir yüksekokul ihtisaslaşma odaklı olmalı. Dolayısıyla teknoparklarda da bir ihtisaslaşmaya gitmek doğru olur. İşin o kadar başındayız ki ana damarı bulmadan kılcal damarlara giremiyoruz.
Bu modeli İzmir özelinde sorsam, bu şehrin odaklanması gereken sektörler ikinci yüzyılda neler olmalı?
Müsaade edersen biraz İzmir’den bahsedeyim. İzmir aslında gerçekten çok özel bir şehir. Özellikle siyaseten çok özel bir şehir. Cumhuriyet Halk Partisi karşısındaki Demokrat Parti 1945’lerde aslında İzmir’den ilk alevini ve ateşini alıyor. 1950-60 arasında tek parti iktidarı ile Türkiye’nin önemli bir çizgi yakaladığı süreçte aslında yöremizden bir başbakan var. Yani İzmirli, Aydınlı, Adnan Menderes var. İzmir’de o tarihte baktığınız zaman özellikle sanayide en yüksek atılımını yapmış. Birincisi İzmir’de içimizden siyasetin başında yer alabilecek kişileri
çıkarmamız lazım. Aktif bir görev almamız gerekiyor. İzmir protest bir şehir. Bu bizim DNA’larımızda var. Durumu şöyle izah etmek isterim: İzmir aslında tarıma dayalı 8bin yıllık bir liman kenti.
Kemal Bey, doğru olduğunu düşündüğün şeyi savunmanın neresinde hata var?
Cezalanacağını bildiği için de İzmir şöyle düşünüyor. Çok ceza yersem toprağıma dönerim hesabı yapıyor. Toprağı olsa da olmasa da DNA’sında bu fikir var. Özallı yıllar… Özal’a çok açık karşı çıkıldığı bilinen bir husus. O dönemde uzun bir süre İzmir göz ardı edildi. Geri kalmadı ama ağır gitti.
Biz hiçbir zaman İzmir’in geri kaldığını, istenilen seviyeye ulaşmadığını kabul etmedik. Bizim de aslında şapkayı önümüze koyup özel eleştiri yapmamız gerekiyor. Biz İzmirli olarak bir İstanbul olmak istemiyoruz. İstanbul koşanların, Ankara somurtanların şehri ise biz yürüyerek gülümseyenlerin şehri olmak istiyoruz. Bu nedenle İzmir’e çok haksızlık yapılıyor.
İzmirliler cumadan Çeşme’ye tatile gidermiş. Bütün İstanbul Perşembe’den Göcek’e teknesine gidiyor. Onlara kimse bir şey demiyor. İzmir’de iki Japon lokantası var. İstanbul’da ise bu rakam iki yüzü buluyor. Biz iki
yüz Japon lokantası istemiyoruz.
İki bize yetiyor. Yani işi sembolik olarak böyle özetlemeye çalışıyorum.
Müsaade edersen örneklemek istiyorum. 60’lı yıllar… Adalet Partisi de İzmir’de kurulmuş. Geriye doğru baktığın zaman ya İzmir sağın kalesi dersin. Demokrat Parti kurulmuş, Adnan Menderes çıkmış, Adalet Partisi ile… Ama öyle olmuyor.
İzmir siyaseti futbol takımı tutar gibi yapmadığını göstermek üzere bir anda oylarını CHP’ye yönlendirebiliyor. İzmir dediğim gibi çok kaliteli siyaset yapan bir şehir.
Bülent Ecevit’in İzmir’e 14 milletvekili kazandırdığı, Ahmet Piriştina’nın belediye başkanı olduğu süreçte de hızlı bir ivme kazanıyor. Burada önemli olan siyasette iyi yer alabilmek. Bu süreçlerin hepsine baktığımızda gene de İzmir, kamudan doğru aldığı yatırımlarda alması gereken payı almıyor. Parti üstü bir durum var. Protest bir şehir olmamızın bedelini ödüyoruz. Siyaset değil, genel manada. İster iktidara ister muhalefete, kime inanırsak inanalım, doğru söz, açık söz ve ülke menfaatini, her türlü konunun üstünde tutan bir anlayışımız var.
Bunu bütün samimiyetimle söylüyorum. İzmir’de çete, iş adamı ilişkisi bulamazsın. İzmir’de hayali ihracat bulamazsın. Çok ortaklı modelin rol modelidir.
Evet, çok ortaklı, çok başarılı bir şirket olamadık. Ama yine çok ortaklı olmayı becerdik. Bu bakımdan İzmir’i öyle görmek lazım.
Dediğim gibi İzmir, altyapı yatırımlarını tamamlamış, Körfezi temizlenmekte olan, havaalanları muntazam, çevre yolları bitmiş, üniversiteleriyle, Türkiye’nin halen parlayan yıldızıdır ki, bunu Hamasi edebiyatta söylemem, İstanbul’dan İzmir’e taşınmak isteyen, kaçmak isteyen bugün binlerce aile var. Bugün herkes, “Ah ben de İzmir’de olsam” diyor.
Ama bu bir taraftan da çok suni bir şekilde fiyatların artmasını da beraberinde getirdi. Getirdi. Çeşme gibi bir güzelliğiniz varsa elinizde, sadece benim olsun diyemiyorsunuz. Ancak aldığı göç beyaz yakalı. Bu bize şunu sağlayacak, ileride İzmir, göçünü yönetebilecek.
Çocuklarımız İzmir dışında olmak istemiyor. Ben İzmir’de oturayım, ara sıra gider İstanbul’da gezerim diye düşünüyorlar. Çocuklarımız artık İstanbul’a taşınayım diye düşünmüyor.
Genç kuşak inanılmaz farklı ve onlara burada iş alanlarını yaratacak kalıcı yatırımın olması gerekiyor. Bunun için de İzmir’in en büyük özelliği yabancı sermaye çok ihtiyacımız var. İzmir; Efes, Bergama’ya, dünyanın en iyi ozonlanmış havasına sahip Çeşme ve termal bir denize 45’er dakika mesafede. Bir de bu bakımdan da yabancılar için çok önemli bir olgu.
Yani herkes bugün para kazanmak istiyor ama parayı kazanırken de iyi ve konforlu bir alanda yaşamak istiyor. Yabancılara İzmir bu bakımdan da çok önemli. Düşünürsen havaalanlarımız çok yeterli ve müsait. İzmir’e yabancı sermayeyi getirmenin yollarını aramalıyız.
Peki siz siyaset vurgusu yaptınız. Genç kuşağı daha fazla siyasete dahil etmek için, gücünü orada görebilmek için neler yapılmalı?
Çünkü biraz daha çekimser kalıyor. Sebep şu, kesinlikle siyasi partiler ve seçim yasası. Türkiye’de gençler şunu görüyor, ben siyasete atılırsam benim geleceğim genel başkanın iki dudağının arasında. O zaman biat kültürüyle bu siyaset yapılmaz. Kaliteli siyaset açık sözlülükte, dürüst düşüncenin ifadesiyle olur. Ancak bugünkü sistemde ve siyasi partilerde genel başkan sultası var. Bir de delege popülizmi var.
Bunların eşit bir şekilde siyasi partilerde ve seçim sisteminde çözülmesi lazım ki, ben bunu siyasi partilerin çözmek istese bile çözemeyeceği bir problem olarak görüyorum. Yani bu çok geniş, kemikleşmiş bir yapı.
Bunu ancak Türkiye’nin bir konsensusu olarak siyasi partiler, üniversiteler, akademiler, meslek teşekkülleri bir üst platform koyarak çözebilirler. Bunun için de herkesin ortak bir vizyonda mutabık kalması lazım.
İzmir’in önceliklerini sıralayalım mı?
Hükümete gidip 30 tane şey istemeyelim. Hükümete gidelim önce üç şey isteyelim. O üç şey yapılsın, sonra üç şey daha isteyelim. İzmir’in geçmişte birinci önceliğini çevre yolları olarak tanzim ettik.
Hatırlarsanız, Tayyip Bey Başbakan idi ve ziyaret ettik. Gerçekten çevre yolları yapıldı. O gün daha istediğimiz 3-4 proje vardı, hepsi oldu. Bir tanesi olmadı, Çandarlı Limanı. Ancak onun yerine bugün Aliağa’daki özelleştirilen limanlar var. İzmir Limanı mutlak süreçte artık dökme yükten kurtulmalı. İzmir Limanı konteyner ve cruz limanı haline gelmeli. Dökme yükün tamamı da Aliağa’dan yapılmalı.
Bazı şehirle ilgili bir talep olduğu zaman siyasi parti farkı görmeden bütün milletvekilleri bir arada gidip bakanlığın kapısına dayanıyorlar. Diyorlar ki biz şehrimiz için bunu istiyoruz. Biz İzmir’de bunu yapamıyoruz.
Neden?
İki nedenle yapamıyoruz. Aslında son dönemde bu konuda daha tatlı bir hareket görüyoruz. Sivil toplum kuruluşlarının ortak hareket etme refleksi verdiğini görüyoruz. Bunu milletvekilleri bazında da yapabilmemiz lazım. Bu sebeple biz onun için dışarıdan fazla milletvekili istemiyoruz. O milletvekillerin çoğunu tanımıyoruz bile. Kim olduklarını bilmiyoruz. İzmir’in 5 kanaat önderi Ankara’ya gidecek ve İzmir ile ilgili öncelikli talepleri ifade edecek.
Bu öncelikli maddeler ne olurdu?
Bana göre birincisi geldiğimiz nokta itibarıyla mutlak surette Dikili Limanı, ikinci çevre yolu. Ulaşımda da bir şansımız var. Bugünkü ulaştırma bakanımız İzmir’in eski karayolları müdürü. İzmir’in sorunlarını çok iyi bilen bir kişi. Çok da iyi bir bürokrat. Kendi döneminde iyi hizmetler yaptı. İzmir için çok faydalı olabilir. Sözümün başına dönüyorum çok fazla eksiğimiz yok.
Dikili Limanı ile çevre yolu olduğu anda İzmir’i kimse tutamaz mı diyorsunuz?
O kadar değil… Bir de körfezin taranması gerekiyor. Körfezi taramıyorlar. Körfez taranmadan büyük gemi girişi olmuyor.
Banliyö tren sistemi artırılırsa İzmir’de ulaşım rahatlar mı?
Şunu da söylemekte yarar var. Bugün İzmir sanayi şehri gibi gözükse de aslında gerçek bir tarım şehridir. Hayvancılık da keza…
İzmir Büyükşehir Belediyesi’nin bu konuda yaptığı çalışmaları takdir etmemek mümkün değil. Doğru bir çalışma yapılıyor. İlçelere de ulaşımın çok kolay olması lazım. Bir Kiraz da İzmir’in ilçesi ama ne ulaşan var ne oradan bir haber var. İzmirli sermayenin yatırım konusunda bir çekingenliği olduğuna dair dönem dönem yorumların, tespitlerin olduğunu dinliyorum. Hatta bu bağlamda Anadolu Sermayesi’nin gelip İzmir’e yatırım yaptığını görüyoruz. İzmirli neden elini taşın altına koymuyor?
30-40 yıl önceydi daha çocuktum. Türk Ekonomi Bankası’nın kurucusu amcam bana bir gün dedi ki “Siz İzmirliler bir ağaçta 10 tane kuş gördüğünüz zaman sekizini vuracağınıza inanmadan ateş etmezsiniz.”
Şimdi İzmir gerçekten parayı çok zor kazanıyor. Bizim çete iş adamı ilişkimiz yok. Bizim hayali ihracatımız yok. Bizim sudan kazanılan bir paramız yok. Çok zor kazanılan para zor harcanıyor. Zor kazanılan para zor risk ediliyor.
İzmir’in yıllardır birinci ligde sürekli kalan bir futbol takımı yok. Neden?
Sebebi işte bu… Çünkü bir futbol takımını finanse edebilecek sermayesi olan, kolay para kazanmış kimse yok İzmir’de. Onun için biz İzmirliler çok sağlamcıyız.
Peki nereye kadar böyle efendim… O zaman Anadolu sermayesi diye isimlendirdiğimiz sermaye gelip, burada yatırım yapıp, şehrin katma değerinden yararlandığında neden tepki veriliyor?
Şimdi baktığımız zaman aslında organize sanayi bölgeleri hep İzmirli firmaların. Sizin söylediğiniz daha ziyade büyük ölçekli yerler için geçerli. Sonuçta parayı zor kazanıyoruz. Risk ederken de hesaplı kullanıyoruz. İşte bu nedenle belki biz bir İstanbul olamayız.
Bir de baktığımız zaman geriye dönük bütün bankalarımız gitti. Tariş Bank, Yaşar Bank, Ege Bank, EGS Bank gitti.
Sonuçta ikinci yüzyılda üçüncü kuşağı kalacak marka sayısını arttırmamız mı gerekiyor?
Kesinlikle çünkü birinci kuşak kazanır, ikinci kuşak yönetir, üçüncü kuşak da yer diye bir laf var. Bunu önleyecek sistemleri geliştirmeliyiz. Bunun için de profesyonelleşmemiz lazım. Yani babadan oğula iş devri olmalı ama eğer kabiliyeti bir yatkınlığı varsa işi yönetmeli.
Yoksa da yönetim kurulunda kalıp işi profesyoneller, CEO’larla yönetmeli. Bugün İstanbul’un büyük şirketlerinin başarısının temelinde bu yatıyor.
Yani biz profesyonelleşmekte de çok başarılı olamadık diyebilirim. Başarılı olmak da çok istemedik. İstemediğimiz için olmadık.
KİPA modeliniz var. Baktığımızda bu çok ortaklı modeller konusunda İzmir aslında İstanbul’un belli noktalarda model olmuş durumda. Bazılarında başarılı, bazılarında başarısızlık. Ama başarısızlık da bir noktada tecrübe paylaşımı.
Önümüzdeki süreçte sizce bu tarz çalışmalar artmalı mı?
Bu çok ortaklı şirketlerde bir sorun oluyor. Şirketteki herkes eşit sayıda hisse sahibi olduğu için elini taşın altına koyacak insan çıkmıyor. Çünkü öyle bir şey ona bir menfaat sağlamıyor. Neticede bir iş adamı burası, bir şirket. Ben onun için bu şirketlerde, çok ortaklı şirketlerde yine de belli bir yönetim hakimiyetinin olması taraftarıyım.
Şirketi kimin yöneteceği belli olmalı. Bu her sene yapılacak bir seçimle, her sene değişme ihtimaliyle olduğu zaman şirket o başarıyı götüremiyor. Amerika’da böyle değil. Ancak orada o kadar kurumsallaşmış ki, Amerika’da hiçbir şirketin doğru dürüst sahibi yok. Neticede profesyonelleşmemiz lazım.
Soruların içinde, ikinci yüzyılda dikkat etmemiz gereken hususlar özelinde eklemek istedikleriniz var mı?
Önceliğimiz eğitim olmalı. Eğitimden sonra yargı sistemi, ondan sonra bütün bunların olabilmesi için siyasi istikrar ve ekonomiye odaklanmalıyız. Eğitim sistemini bile değiştirmek için ekonomiye ihtiyaç var.
Sporda yaşanan sadece kaynak eksikliği mi?
Birincisi tabii ki kaynak eksikliği… İkincisi, bizim futbolcu takımlarımızın birleşmesi mümkün değil. Bunlar semt takımları olarak, oldukları semtlerle özdeşleşmiş durumda. Yani bir Göztepe’yle Altay’ı birleştiremezsiniz.
İzmir sporu yapamıyorsunuz çünkü herkesin kendi iddiası var.
İzmir’de, belki konuşmamın içinde de söylemeliydim; İzmir’de çok önemli bir özelliğimiz var. Genelde bazı insanlar dışarıdan baktıkları zaman, İzmir’de bir çekememezlik sendromu var derler. Yok aslında. İzmir’de birden çok lider var. Lider yapılı insanları var. Bu güzel bir şey. Bir proje olur, hem ticaret odası hem sanayi odası bu proje için birbiriyle yarışırlar. Tatlı bir rekabet olur. Bu asla birbirinin paçasından kaynayan kazana çekmek değildir. Biz bunu önlemek için hiçbir şehirde olmayan Başkanlar Kurulu’nu 20 yıl önce kurduk.