İzmir SKGA Genel Koordinatörü Ruhisu Can Al: İzmir’de 19. yy ruhunu yeniden yorumlamak ve günümüz dinamiklerine göre adımlar atmak gerekiyor
“Avrupa’da bu alandaki çalışmalar 250 yıl süre almış ama Türkiye’deki tabloyu umutlu kılan şey aktörlerin bunu 15 yılda başarabilecek kapasiteye sahip olması.”
“Bambaşka bir şey yapmak lazım. Ebeveynlerin ve çocukların dünyasına girmeliyiz. Bu işi sokağa indirip, hayat pratiklerine dahil etmek gerekiyor. Söylem bir yere kadar. Siz söylemi tutarlı hale getirip bu söylemleri bir kurumsal zemine dökmediğiniz zaman bu hikâye başarıya ulaşamıyor.”
İzmir Sürdürülebilir Kentsel Gelişim Ağı (İzmir SKGA) Genel Koordinatörü Ruhisu Can Al, İzmir’in sürdürülebilirlik başlığında kurumsallaşması gerektiğini söyledi. Yarın Dergisi’nin konuğu olan Al ile bu alanda Seferihisar’da başlayan çalışmalar üzerinden İzmir’in yaptığı çalışmaları ele aldık. İzmir’in sürdürülebilirlik konusunda dünyaya rol model olabileceğini ifade eden Al, bu alandaki mevcut durum, yaşanan sorunlar ve yapılması gerekenleri anlattı.
Ruhisu Bey, sizi tanıyabilir miyiz?
1990’da İzmir’de doğdum. Lise eğitimimi İzmir’de tamamladıktan sonra üniversite eğitimimi Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde ve arkasından yüksek lisansı Almanya Hamburg Üniversitesi’nde Avrupa Birliği Hukuku üzerine yaptım. 2016 sonunda Türkiye’ye geri dönerek 2017 yılından itibaren Seferihisar Belediyesi’nde işe başladım. Şu anki İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı olan Tunç Soyer’in danışmanlığını yaptım. Bu danışmanlık içerisinde sürdürülebilirlik ilk konuydu, kurumsal şeffaflık ve aynı zamanda kardeş şehir ilişkileri, kentin dış ilişkiler boyutunda da çalışmalarım oldu. Sürdürülebilirlik boyutu ilk önce Seferihisar’da konuşulmaya başladı.
Öğrendiklerinizi aslında ilk pratiğe döktüğünüz nokta Seferihisar mı?
2016 yılında 20 yılda bir düzenlenen Habitat Zirvesi yapıldı. Bu zirveye Türkiye’den tek katılan belediye başkanı Tunç Soyer idi. 2015 yılında yapılan Birleşmiş Milletler Zirvesi’nde ilk defa ‘Sürdürülebilir Kalkınma Amaçları’ kabul edildi. Bunun hemen sonrasında Birleşmiş Milletler dedi ki, “Sürdürülebilir Kalkınma Amaçları’nın başarılmasında yerel yönetimlere büyük bir rol düşüyor.” Orada çok önemli bir çıktı oluştu. Yeni Kentsel Gündem dediğimiz bir deklarasyon metni tüm dünyaya ilan edildi.
175 maddelik bu Kentsel Gündem Deklarasyon Metni’nde ilk defa Sürdürülebilir Kalkınma Amaçları’ndan tutun da yerel özerklik, mali ve idari özerklik konularına değinildi. Yerelin yetkisinin güçlendirmesine yönelik küresel kararlar alındı. Bu hikâye aslında Türkiye’de Sürdürülebilir Kalkınma Amaçları’nın kentin neler yapabileceğine dair çok önemli bir çerçeve çizmiş oldu.
Bu çalışma, Seferihisar ile sınırlı kalmayan aynı zamanda İzmir ve Türkiye’ye de örnek olan bir çerçeveydi. Açıkçası bunun küresel boyutta eşleştirilmesi de gerekiyordu. Eğer sürdürülebilirlikten bahsediyorsak bu kent halkının katılımı ile planlanmalı. Seferihisar’da bir yıl içerisinde hazırlıklarımızı yaptık.
Bu 1 senelik süre zarfında belediye bünyemizde bir komite oluşturduk. Bu komite üzerinden toplantılar gerçekleştirdik. Kurumsal sürdürülebilirliğe dair çalışmalarda bulunduk. Belli çıktılar elde ettik. Kurulan bu Sürdürülebilirlik Ofisi Türkiye’de ilk defa bir belediyenin kurmuş olduğu bir yapıdır. Seferihisar’da başlayan bir çalışmayı İzmir boyutuna taşımak için aslında bir ön pratikti.
İlk bulgular nasıldı?
17 küresel amaç genel bir çerçeve çiziyor. 17 hedef zinciri, bugün Türkiye’de 7’sinden 70’ine herkesin ne yapması gerektiğine dair az çok bir çerçeve çizip, bir ilham kaynağı oluyor. Eğer ki bu işi hakikaten sahaya indirmek istiyorsanız ve doğru sonuçlar elde etmek istiyorsanız bu işe biraz da metodolojik yaklaşmak zorundasınız.
Metodoloji üzerinden de uygulamalar geliştirmelisiniz. Bu 17 küresel amacın altında aslında çok fazla bilinmeyen şu an Türkiye’de 169 tane alt amaç var. Bu 169 tane alt amaç; bazıları doğrudan devletlerin sorumluluk alanına giren, bazıları doğrudan sivil toplum kuruluşlarının, bazıları doğrudan yerel yönetimlerin sorumluluğundaki hedefler zinciri. Fakat olay şurada düğümleniyor, 169 alt amaca hizalı 232 tane de küresel gösterge var.
Bu 232 küresel gösterge ile 169’u alt amacı bir araya getirdiğiniz zaman aslında sizin ne yapmanız gerektiğine dair bu çerçeveyi sunmakla kalmıyor, sizin yaratıcılığınıza da bağlı olarak bu konuda nasıl bir dönüşüm arzu ettiğinize dair bir alt yapı oluşturuyor.
Burada, ‘Sürdürülebilir Kalkınma Amaçları’nın yerelleştirilmesinden kastediyorum. Esas önemli olan bu kalkınma amaçlarını küresel hedefler bunun altında yer alan alt amaçta bir ortaklık geliştirmemize, aynı dili kullanmamıza, aynı eylemleri geliştirmemize de vesile oluyor. Birleşmiş Milletler, bunu yapabilmek için aslında detaylı bir kurgu oluşturmuş. Demiş ki, “Ben 17 küresel hedefi herkesin anlayabileceği bir şekilde koyuyorum ama bunun uygulamasını geliştirmek isteyen uzmanlar, bu konuda görev almak isteyen kişiler bu 169 alt amaca dikkat etsinler.” Seferihisar’da bu 169 alt amacı aldık, birim müdürlerimizle beraber oluşturduğumuz bu komitenin içerisinde değerlendirdik. Bunları da aşağı yukarı 4-5 aylık bir
çalışma ile neticelendirdik. Her bir ana hedefin altında yer alan alt hedefleri tek tek Seferihisar dinamiklerine özgü yerel hedefler haline getirdik. Bugün 169 alt hedef aslında rakam yanlış olmasın ama 200’ün üzerinde Seferihisar dinamiklerine özgü bir yerel hedef haline geldi. Bu hedeflerle de sınırlı kalmadı, biz bunun göstergelerini de oluşturduk.
Bu ne demektir?
Ölçümleyemediğiniz hiçbir göstergenin sizin için bir anlamı yok. Ne kadar geliştiniz, nerede ne kadar ilerleme kat ettiniz bunu gösterge ile tanımlayabilirsiniz. Biz bunları yaptık, bunu yaparken bir yandan şunu düşünmedik; “Hedefler belirleyelim alt hedefler çıksın” Hayır, olay bu değil. Bunun üzerine bir politikada geliştirmeniz lazım. Burada yerel dinamikler çok önemli.
Bu yerel dinamiklerin içerisinde STK’lar ve üniversiteler de olabilir. Her birisi kendine özgü politikalar geliştirmek zorunda. Seferihisar Belediyesi olarak ilk defa 4 ana başlıkta tarım vizyonumuzu ortaya koyduk. Kooperatiflerin kurulması, ata tohumlarının korunması, katma değeri yüksek ürünler, üretici pazarlarının açılması olarak oluşturulan “Başka bir tarım mümkün” vizyonunu biz bir tarımsal vizyon belgesi haline dönüştürdük ve 94 sayfalık bir belge hazırladık.
Amacınız neydi?
Amacımız; çalışma sadece tarımsal alanla sınırlı kalmasın, başka alanlara da sirayet etsin. Türkiye’de yerel yönetimler açısından en temel kriz; çok güzel projeler ve uygulamalar ortaya çıkıyor ama bunun politika boyutu eksik. Politika boyutunu, en güzel kalkınma hedefleri ile tanıtabiliriz. Bugün, İklim Eylemi’nden bahsediyorsanız İklim Eylemi’ne dair bir yerel politika geliştirmek zorundasınız. Temiz Enerji diyorsanız, enerji ile ilgili yerel politika boyutunuzun olması gerekir. Açlığa Son başlığında bir şey yapmak istiyorsanız sadece bunu dağıttığınız kartlarla tanımlayamazsınız. Bunun politikası çok önemli. Kısacası, 17 hedefin her birisi ile ilgili bir politika geliştirme düşüncemiz vardı. Tarım alanında başlattık. Seferihisar’da yaptığımız bu çalışmalar; Eskişehir, Tepebaşı vs. çok önemli belediyeler tarafından örnek alınıyor. Bunu İzmir boyutuna taşımak için bir alt yapı kurgulamış olduk.
Tarımda çok ciddi anlamda yol alındı ve farkındalık yaratıldı. Bundan sonra diğer alt başlıklar neler olur?
İzmir gibi bir kentten bahsediyorsak tarımsal kalkınmaya önem vermemiz gerekiyor. İzmir aynı zamanda bir sanayi ve hizmet sektörü şehri… En önemlisi İzmir tarihsel misyonu itibariyle bir dünya kentidir. Bu noktada İzmir’in uluslararası ortaklıkları geliştirmesi, uluslararası yapılarla daha fazla etkileşim içerisinde olması önemli. 2015 yılında Birleşmiş Milletler tarafından çizilen çerçevenin en önemli hedefi 17’nci hedeftir. Hedefler için küresel ortaklıklar dediğimiz amaç bununla ilgili pratikler dediğimiz noktaya çıkmış değil.
İşte bu noktada kentlerin bugün 21. yy’da daha iyi networkler kurduğunu daha çok bütünleşebildiğini, iş birliği gerçekleştirdiğini görebiliyoruz. Kentimizi büyütebilecek bir duruma gelmeliyiz. İzmir nasıl 19. yy bir dünya şehri olmuşsa 21.yy’da da tekrar bunu güçlendirerek devam ettirebilir. İzmir’deki kent aktörlerinin başta sanayi ve iş dünyası olmak üzere buradaki sivil toplum kuruluşlarının, belediyelerin daha fazla dış dünya ile etkileşim içerisinde olmasına ihtiyaç var. Burası çok önemli çünkü bu sadece İzmir için önemli değil, Türkiye’ye de örnek olabilecek bir durum.
Uluslararası raporların hayata indirilmesi lazım. Metodolojiyi bilelim ama metodoloji sadece kağıda yansımasın. Tabi ki belli yerlerde kalabilir ama bunu herkesin anlayabileceği dile dönüştürmekte fayda var.
Sokağa çıktığım zaman oynayan çocuklar eğer elindeki ambalajı veya maskeyi yere atıyorsa çok ciddi bir sıkıntı var demektir. Burada bambaşka bir şey yapmak lazım. Ebeveynlerin ve çocukların dünyasına girmeliyiz. Bu işi sokağa indirip, hayat pratiklerine dahil etmek gerekiyor. Söylem bir yere kadar. Siz söylemi tutarlı hale getirip bu söylemlerin bir kurumsal zemine dökmediğiniz zaman bu hikâye başarıya ulaşmıyor.
Birleşmiş Milletler, 2013 yılında bunun farkına vardı ve 2015 yılında bir revizyon yaptı. O yüzden 2015 yılında yerel yönetimlere vurgu yaptı. 2016 yılında HABİTAT yapıldı ve sonrasında farklı zirveler oldu. Bu süreçlere kafa yorup, bu süreçlerin benzerini kendi ölçeğimizde inşa edebiliriz. Bu bir inşa süreci eğer inşa sürecinde siz yaratıcı olursanız, siz farklı deneyimleri takip ederseniz, yorulmazsanız ve farklı insanları bu işin içine katıp onları sürecin içine katıp tırnak içinde anlamlı bir parçası haline getirirseniz hikaye değişir. Biz ne noktada kalkınacağız? Ne noktada ileri gidebileceğiz? Ne noktada siyaset bizi yönlendirecek? Bunları tartışmamız gerekiyor.
İzmir’in dışarı ile entegrasyonunda sıkıntı mı var?
Dünyayla etkileşimde kendi katkılarımızı ortaya koymada bir sorun olduğunu düşünüyorum. Bunu sadece sürdürülebilirlik kapsamında ifade edemem. Sonuçta sürdürülebilirlik dediğiniz şey büyük bir okyanus, içini nasıl doldurursanız o kadar anlam katabileceğiniz bir dünya. Halihazırda sürdürülebilirlik meselesi bu kadar dünyanın gündemindeyken 17. hedefin herkes için ifade ettiği bir anlam varken, ortalama İzmir’in bu konuda bu hedefe yönelik yapacağı katkılar İzmir’in örnek alınabileceği bir duruma da dönüşebilir. Rol model olabilir.
Avrupa’nın son 250 yıllık tarihi, sürdürülebilirlik meselesine odaklanıyor. Bugün onların kalkınmasından bahsediyorsak, bu kadar refah içerisinde ya da bu kadar iyi bir sistem kurabiliyorlarsa sürdürülebilirliğe çok şey borçlular. Bu sadece 17.hedefle ifade edilebilecek bir şey değil çok saçaklanma ile ilgili bir durum. Ama hala aşamadıkları bir konu var. Bugün Avrupa, kıta içerisinde ne kadar bütünleşmiş olsa da ne kadar biz adına birlik desek de bugün onların kendisini dışarı ile bütünleştirmede özellikle Avrupa’daki diğer kentler arasındaki etkileşimi güçlendirmesinde sıkıntılar olduğunu düşünüyorum. Halbuki İzmir bu konuda çok dinamik davranabilir, hızlı mobilize olabilir. Oradaki sanayi ve iş dünyasıyla daha yüksek iletişimler kurabilir. Daha fazla insan sirkülasyonu yaşanabilir. 19. Yüzyıldaki olay aslında buydu. Biliyoruz ki o dönemde gelen seyyahlar o dönem burada yaşanan sosyo-demografik yapı bu kenti zenginleştirdi.
19.yüzyıl ruhunu tekrardan 21. yüzyılda hayata mı geçirmemiz gerekiyor?
Yeniden yorumlamak ve günümüz dinamiklerine göre önemli adımları atmak gerekiyor. Sürdürülebilirlik bu konuda önemli bir kapı açıyor.
Birleşmiş Milletler Sürdürülebilirlik Raporu’na baktığımda iklim krizi, yoksulluk, eşitsizlik, kurumsal kaynak sıkıntısı, yapıların güçlendirilmesi gibi spesifik başlıklar dikkat çekici. O başlıklar üzerinden İzmir’e baktığımızda nasıl bir tablo ile karşılaşıyoruz? Pek iyi bir tabloyla karşılaşmıyoruz. Bunu İzmir’e mal edemem ama maalesef bizim toplumsal örgütlenme biçimlerimiz sıkıntılı…
O zaman öncelikle Türkiye genelinde durumumuza bakalım. Yıllardan beri sistem kuramıyoruz. Sistem her şeyin başı. Öyle bir sistem kurarsınız ki bu sistem içerisinde toplum refaha kavuşur. Aynı zamanda sağlıklı ilişkiler ağı kurgulanır, yapılan yatırımların size fazlasıyla geri döndüğünü hissedersiniz. Burada kurmuş olduğunuz sistem hata yapmayı sıfıra indirir. Yıllarca aynı hataları tekrarlayan bir toplumsal ilişkiler ağına sahibiz. Batı ülkelerine örnek vermek gerekirse tarihte çok büyük acılar yaşadılar ama ders çıkardılar. Aynı hataları tekrarlamamak gerektiğini öğrendiler. Biz maalesef bu konuda sıkıntı yaşıyoruz. Sorunuza gelirsek; bu ülkede iklimden tutun yoksulluğa kadar olan kısımlarda yaptığımız hatalar üzerine eğilmeyip bu konuda gerçekten sakin düşünüp bu konuda 5-10 yıllık planlamalar yapmadan günü kurtaran politika bile denilemez adımlar atmaya çalıştığınızda ve bunu siyasetin bir malzemesi haline getirdiğinizde maalesef ilerleme şansınız olmuyor.
O zaman sürece siyaset üstü bakmak gerekiyor…
Siyaseti yeniden yorumlamak lazım. Bu siyaset üstü tanımından ziyade siyaseti biz hakikaten kendi rekabetimizin bir parçası haline mi getiriyoruz? Bir güç mücadelesi haline mi getiriyoruz? Hakikaten toplumu şekillendirmek ve ileri götürmek toplumun dinamiklerini güçlendirmek gibi bir hayal etrafında mı örüyoruz? Asıl burası çok önemli. Ben bu noktada bazı şeylerin eleştirisini de yapabilirim.
Nedir bu eleştirileriniz?
Türkiye’deki kalkınma gündemi 1960 ve 1970’lerde çok konuşulan bir terim. Kalkınma İktisadi diye geçiyor. Ancak 1960 ve 1970’lerde olan bu ruh ne kadar kalkınmaya yönelikti? İşte orası tartışılır. Buradan çok daha derin tartışmalar yapmak da mümkün ama her halükarda konu şuraya geliyor; ne kadar sağlıklı bir sistem kuracağınızı iddia ederseniz edin eğer bu sistemi merkezden kurmaya çalışıyorsanız çok büyük sıkıntılar yaşarsınız. Avrupa’da hikâyenin değişmesindeki temel sebep orada insanlara ve yerel yapılara tercih hakkı tanınması…
Önce kılcal damarlardan mı başlamak gerekiyor?
Kılcal damarlarda, yerel bunun en temel kilit noktası. Yerelde oluşturacağınız kalkınma modeli otomatik başka yerel dinamiklerin de ilham almasını sağlayacak. Onların kendi dinamiklerini dikkate almasına vesile olacak. Onlar kendi dinamikleri çerçevesinde neye ihtiyaçları olduğunu ve ne yapmaları gerektiğini bilerek hareket edecekler Her yerel dinamikte kendi kalkınma gündemini oluşturacak. Tabi Türkiye’de bu işler çok gri alana giriyor ama biz bunu dürüstçe konuşmak durumundayız.
Hakikaten ihtiyaçlarımız ne? Beklentilerimiz ne? Nereye varmak istiyoruz? Bugün İzmir Türkiye’nin 3’üncü büyük kenti olarak 10 tane üniversitesinden yüz binlerce öğrenciyi mezun edip hala bu öğrencilerine bu kentte iş veremiyorsa aslında burada temel bir sıkıntı var demektir. Burada siyasetle ilgili bir sıkıntı var. Merkez ve yerel yönetim arasındaki rol modellerin dağılımsal olmamasıyla alakalı bir sıkıntı var. Bu noktada bu kentin aktörlerinin de bu çerçevede bir araya gelip neye ihtiyaçları olduğunu tarif edememesi ya da açıklıkla bunu konuşmamasının büyük etkisi var.
Bugüne kadar boşa mı kürek salladık? Herkes bir rapor hazırladı. Bunların hepsi boşuna mıydı?
Hayır. Aslında sürdürülebilirlik kavramının içerisine baktığınız zaman kavram gereği itibarıyla bir süreç inşasıdır. Bugünden yarına hiçbir şeyi sihirbaz değneğiyle değiştiremezsiniz. İlk önce bir noktaya varmak istiyorsanız belli ortaklaşmalara ihtiyaç var. Dil bunun en önemli göstergesi. Aynı dili konuşan, aynı dilde ortaklaşan insanlar benzer uygulama ve eylemleri ortaya koyarlar. Eğer biz Seferihisar’da sürdürülebilirlik meselesini gündeme getirmemiş olsaydık bu konuda kendi etrafımızdaki insanları ikna edebilmiş olsaydık, Tunç Başkan beni anlamamış kendi değerlerini buna katmamış olsaydı bunu İzmir ölçeğine taşımak mümkün olmayacaktı. Aynı şekilde iş dünyası benzer bir şekilde birbirinden etkileniyor.
Bu düzey; birbirini anlama ve farkındalık artırma. Bu farkındalık arttıkça bu farkındalığın yoğunlaşmasıyla beraber bir sonraki aşamada neler yapılması gerektiğine dair ayrı bir düzen ve aşama ortaya çıkacak. Türkiye’nin bu konudaki en büyük avantajı çok hızlı mobilize olabilmesi. Toplumsal dinamikleri son derece güçlü, hızlı bir şekilde reaksiyon verebilen, hızlı mobilize olabilen aktörlere sahip. Avrupa’da bu 250 yıl süre almış ama Türkiye’deki tabloyu umutlu kılan şey Türkiye’deki aktörlerin bunu 15 yılda başarabilecek kapasiteye sahip olması.
Bu hızla ve bu yapıda sürece yönelik öngörünüz nedir?
Ben İzmir’den çok umutluyum. İstanbul’da bu iş genelde sürdürülebilirlik çerçevesinde bahsediyorsak bu büyük bir okyanus. Sanayi ve iş dünyası bu konuda önemli adımlar attı ama bu işin olmazsa olmaz boyutu yerel yönetimler. Çünkü yerel yönetim demek sadece belediye demek değil. Sizin insanlarla kurduğunuz toplumla kurduğunuz ilişkiler ağıdır. Bir farklı siyasi alt yapıdır.
O noktada Türkiye’nin diğer kentlerinde eksiklik olduğunu düşünüyorum ama İzmir çok hazır. İzmir’de şu ana sanayi ve iş dünyası büyük adımlar atmaya başladı. EGİAD bunların başında geliyor. Kendi tüzüğüne bunu ekledi, vizyonunun parçası haline getirdi ESİAD bunu yıllarca çabalarını gösteriyor. Yavaş yavaş belli nüveler ortaya çıkıyor. Bu nüveler ortaya çıktıkça tablo daha da umutlu hale geliyor. Eğer biz Avrupa’nın kurmuş olduğu bu sisteme ya da batının kurmuş olduğu bu sisteme kendimizi adapte edebilirsek daha çok refah yaratabileceğiz. Daha çok kazanım elde edebileceğiz.
Bu dedikleriniz için para lazım. Bu kaynak teminini nasıl sağlayacağız?
Doğru. Bu kaynak temininin kendisini anlamak artık daha önemli hale geliyor. Biliyorsunuz 90’lı ve 2000’li yılların başında Türkiye’nin AB’ye giriş süreci çok konuşulan bir meseleydi. Yerel yönetimlerimiz AB ofisleri kurdular, AB projeleri hazırlamaya, fonlar almaya başladılar. Avrupa dedi ki, “Ben artık size belli projelerle başvuru yaptığınızda hemen finansman sağlamayacağım. Artık belli kriterlerim olacak. O kriterleri geçtiğiniz zaman yapacağınız başvuruları kabul edeceğim ve size finansman sağlayacağım.”
Yani siz bu ilişkiler ağını tarif etmeden finansmana erişim sağlayamayacaksınız. Yani bu belli bir ölçüde bizim için önemli bir kazanım. Belli bir ölçüde bazıları için hayal kırıklığı. Çünkü siz bir proje başvurusunda bulunurken sürdürülebilirlik kavramını kullanıp hibe alamayacaksınız. Avrupa bunu çok net standartlara bağladı.
AB projelerinin başvurularında “Sürdürülebilirlik” sihirli kelime olmaktan çıkıyor denilebilir mi?
Kesinlikle, somut adımlar atmanızı istiyor. Bunu tarif etmeniz gerekiyor. Kayıt altına alacak ve sizden düzenli olarak raporlamanızı isteyecek. Kimilerine tehlikeli gelebilir ama sorumluluk ilkesi çerçevesine baktığınız zaman bu aslında olumlu bir gelişme. İzmir Körfezi’ni kirleten özel bir şirketin Avrupa Projesi’nden hibe alması mümkün mü? Böyle bir şey olabilir mi? Bir dizel yakıt kullanan ya da bu konuyla ilgili faaliyet gösteren bir şirketin en sürdürülebilir şirket olduğunu iddia etmesi mümkün mü? Böyle bir dünya yok. Gerçeklerle yüzleşmek ve tutarlı olmak zorundayız. Avrupa bu konuda tutarlılık bekliyor. Bu tutarlılığı talep etmekte haklı çünkü kendileri şehirlerine dizel yakıt kullanan araçları bile sokmamaya başladılar. Bu konuda destek veren şirketlere yönelik finansal desteği çekmeye başladılar.
Eğer böyle bir düzen karşınıza geliyorsa sizin yapabileceğiniz şey en asgari düzeyde bu düzene saygı duymak. Bunu yapmıyorsanız tek bir seçenek kalıyor geride kalmak. Çok kullanılan bir motto var sürdürülebilirlik konusunda “Hiç kimseyi geride bırakma” …
Çok güzel çok naif bir söylem. Geride bırakılmaması gereken bir toplum, dezavantajlı gruplar, yoksul gruplar var. Sizin yapacağınız tercihler o toplumun kaderini şekillendirecek. Bu çok önemli. Soğuk Savaş Dönemi’ni hatırlayalım, büyük güçler bir tercih yapmak durumundaydı. Tercihlerinin bedeli çok ağır bir şekilde kitlesel silah olabilirdi, nükleer karşılık olabilirdi. Fakat bu tercihi yapmadılar. İnsanlık yok olmadı. Şu an insanlığın yok olmasına vesile olabilecek ciddi bir krizler döneminde yaşıyoruz. İklim bunların başında geliyor.
Sürdürülebilirlik özelinde baktığımızda Türkiye gelişmekte olan ülkeler statüsünde. Bu kavrama adaptasyonu gelişmiş ülkelerle karşılaştırdığımızda çok daha ağır olacaktır. Süreci yönetirken nelere dikkat etmeliyiz?
En önemli olay, biz Türkiye olarak nasıl bir sürdürülebilirlik tarifinde bulunuyoruz. O konuda yerel düzeyde ne adım atmamız gerekir? Bölge düzeyinde ne adım atmamız gerekir? Ulusal düzeyde ne adım atmamız gerekir? Bunlar hep bizim tercihlerimiz ve yaratıcılığımızla alakalı. Biz eğer yaratıcılığımızı kullanırsak o konu anlam kazanır. Aksi takdirde onun diğer kavramlardan pek bir farkı yok. Bizim kendimizi ve birbirimizi anlamamız, bu konuda ortaklaşa karar alıp karar alıp ona göre büyümemiz gerekir.
İzmir’in kurumsallaşması mı gerekiyor?
Kesinlikle. Şimdi bakın ben şöyle bir örnek vereyim. VLR (Voluntary Local Review) raporları hazırlıyoruz. Bu VLR raporu dediğimiz şey, gönüllü yerel gözden geçirme ya da kısa adıyla gönüllü yerel değerlendirme raporu.
Bu rapor nedir?
Genel itibariyle kentin sürdürülebilirlik karnesini ölçen bir raporlama tarzı. Bununla ilgili bir metodoloji yok. Bu rapor dünyada nasıl ortaya çıkmış. Ulusal değerlendirme raporları var bunlar belli bir metodolojisi olan raporlar bunlar Türkiye de 2 yılda bir hazırlayıp Birleşmiş Milletlere teslim ediliyor. 2017’de hazırlandı, 2019’da bir daha hazırlandı, Birleşmiş Milletlere teslim edildi. Bu sene de Türkiye’nin 2021 raporunu hazırlaması bekleniyor. Bunu aynı şekilde Birleşmiş Milletler üyesi olan ülkeler yapıyorlar. Buradan esinlenerek hazırlanan bir raporlama sistemi VNR yani National Review, ve local Review dediğimiz şey, aslında bakarsanız bugüne kadar Local Review Dünyada 50’nin üzerinde önemli bir metropol ve büyük belediyelerin yapmış olduğu bir raporlama sistemi. Tabi biz dedik ki, bu raporlamayı yapmak mümkün Büyükşehir belediyesi buna el attığı zaman. Çok rahatlıkla bir raporu ortaya çıkartır. Ama bakın biz bunu tercih etmedik. Şimdi konuşuyoruz ya sürdürülebilirlik meselesi Türkiye ne yapmalı, İzmir ne yapmalı. Biz kentin aktörlerinin bir araya gelebileceği bir sistem ile bu raporu yazmak istedik.
İzmir Ekonomi Koordinasyon Kalkınma Kurulu, bu konuda önemli bir partner…
O bizim tercihimizdi işte tercih meselesi burada anlam kazanıyor. Çünkü, İEKK bugün İzmir’in en üst düzey çatı kuruluşu olarak tarif edebileceğimiz bir şey. İçerisinde sanayi ve iş dünyasının büyük temsilcileri, üniversitelerden rektörler var. Aynı şekilde sivil toplum kuruluşlarının ve kanaat önderlerinin içerisinde bulunduğu çok kozmopolit ve kapsayıcı bir yapı.
İzmir Büyükşehir Belediyesi olarak bu raporu hazırlasaydık, bu rapor İzmir Büyükşehir Belediyesi’nin raporu olurdu. Siz gönüllü yerel değerlendirme raporu diyorsanız sizin başka aktörleri de sürecin içine katmanız ve onlardan geri dönüş almanız lazım.
Bu bizim kendimizi ölçeceğimiz değerlendirebileceğimiz bir nevi öz eleştiri ve kendimizin katacağı değerleri anlatan bir rapor olacak. Öte yandan da İzmir’de hazırlanacak olan bu rapor Türkiye’de Büyükşehir ölçeğinde hazırlanacak il rapor olduğu için belediye ilk rapor olduğu için Türkiye için örnek teşkil edecek. Kent ittifakı içinde önemli aktörlerin bir araya gelerek kendi dinamikleri içerisinde bu kentin gelişmesi ve kalkınması adına hangi politikaların izleneceği ama sadece kendi penceresinden değil dış dünyaya da bakarak kendini yeniden konumlandıracak bir aşama olarak tarif ettik.
Bu konuda büyük bir çalıştay yaptık. Çalıştaya bu bahsettiğimiz aktörler katıldılar. İzmir Büyükşehir Belediyesi olarak Sürdürülebilir Kentsel Gelişim Ağı dediğimiz Türkiye’de bugüne kadar 21 belediyenin kurduğu ama şu an üye sayısı 31’e ulaşmış bir ağın sekretaryalığını yürütüyoruz.
Türkiye’deki bu ağa örnek olabilmek adına İzmir’deki 25 ilçede Seferihisar’da sürdürülebilirlik ofisi kurduk. Seferihisar’da yapılan çalışmaların hemen hemen tamamını bu sürdürülebilirlik ofisimizde yapmış durumdalar.
Şu an yapılan çalışmalar farkındalık düzeyinde kurumsal düzeyin değişmesine yönelik çalışmalar ama bazı ilçelerimizde halkın da bunu anlayacağı şekilde çalışmalar ve belli kampanyalar organize etmeye başladı. Bunun kılcallık ilişkisi içinde kentin diğer aktörlerin de sirayet etmesine istiyoruz.
Sistem tıkır tıkır işliyor…
Tabi, İzmir bu konuda örnek…İzmir bu noktada gurur duymalı. İzmir bu noktada Tunç Soyer vizyonuna sahip olduğu için gurur duymalı. İnsanların tabii belli beklentileri var. Bu rapor aslında bir yolculuğun başlangıcı…Ben sunumumda onu vurguladım. Hatta sunumumda bunu bir yolculuk olarak çizdim ve bu sunumun içerisinde İEKKK’nın çok büyük bir rolü var. Çünkü İEKKK İzmir’in kazanmış olduğu en önemli yapılardan bir tanesi. Kuranlara teşekkür etmek gerekiyor. Çünkü böyle bir yapı hakikaten bu kentin beklentilerini, ihtiyaçlarını ve yapacağı işleri tarif etmek açısından büyük bir imkân. Biz bunun içini doldurmak zorundayız.
İEKKK bünyesinde de bir sürdürülebilir komitesi oluşturuldu. Aslında kent aktörleri de buna hazır hale geldi ve şu an ilçe ofislerimiz, İEKKK bünyesindeki sürdürülebilirlik komitesi ve bugün sanayi ve iş dünyasındaki kendi kurduğu ve kuracağı sürdürülebilirlik ofisleri bunların hepsi bir araya geldiğinde çok büyük bir güç birliği ortaya çıkacak. Kuvvet birliği oluşacak. Bu kuvvet birliği içerisindeki en önemli adım gençlerin bu sürece kazandırılması…
Peki gençleri nasıl işin içine dahil edeceğiz?
İşte o zaman İzmir’in gurur duyacağı bir şey daha söylemek isterim. Bundan yaklaşık 2 ay önce İzmir’de bir program uygulamaya konuldu. Genç Sürdürülebilirlik Elçileri Programı. ESİAD ve bizim Kentsel Gelişim Ağı’mız, Sürdürülebilir Kentsel Gelişim Ağı ortaklığında ve aynı zamanda Avrupa Birliği Delegasyonu’nda destek gören bir proje. Büyükşehir belediyemizde aynı şekilde bu projenin ortağı olarak yer alıyor. Genç Sürdürebilirlik Elçileri Programı’nda, biz özellikle üniversiteyi yeni tamamlamış gençlerimizin bu küresel gündemle buluşturan 12 haftalık bir eğitim programı organize ettik.
Bizim, ilçe belediyelerin kurmuş olduğu sürdürebilirlik ofislerinde şu an seçilen 60 genç ortak projeler gerçekleştirecek. Bizim temennimiz bunun özel sektöre de sirayet etmesi.
Özel sektörde de bu konuda bize talepler var. Kendi sürdürülebilirlik ofislerinde bu gençlere yer vermek istediklerini belirtiyorlar. 60 tane genç bu arada altını çizmek isterim, yaklaşık 700 başvuru oldu, 700 başvuru düzenlemesiyle bu 60 gencimizi seçtik ama ilke olarak hiç kimseyi geride bırakmayacağız. Belli etaplar halinde bu genç arkadaşlarımız ile birlikte bu eğitim programında sürdürülebilir hale getirerek gençlerin ve bu hakikaten sürdürülebilirlik elçisi olabilecekleri bir sürece doğru evrilmelerini sağlayacağız. Belki ilerde bir gün bu platformda olabilir.
Türkiye’de hep konuşulan şu, sürdürülebilir kalkınma amaçlarının yerelleştirilmesi çok güzel ama sürdürülebilir kalkınma nasıl kurumsallaşacak? Bunu kurumsallaştırabilmek için az önce söylediğim gibi sizin tercihleriniz, kafanızdaki dünya ve yaratıcılığınız çok büyük önem taşıyor. Eğer siz doğru bir model ve yapılanma kurgulamazsanız bu kavramlar anlamını yitirir bunlar sıradan konular haline gelir. Bu konuyu sokağa indirmeniz lazım.
Öyle sistemli bir rapor ortaya çıkacak ki, İzmir’in hazırladığı bu rapor hakikaten VNR metodolojisine de bir katkı oluşturacak. 13 Temmuz’da Tunç Başkan bu raporu Birleşmiş milletler de sundu. Bu Birleşmiş Milletler’de ilk defa İzmir’in açacağı kapılar anlamına da geliyor. İzmir artık BM oluşturduğu bu çatı altında temsil edilen bir parça, bir özne haline gelecek. Bizler de bu başarıdan gurur duyacağız.
Slogan ne olacak?
Güzel bir soru bunu düşünmedik. Bu konuda tavsiyelere açığız. Eğer bir slogan değil de biz vizyon tarif etmek gerekirse 21. Yüzyılda Yeniden Dünya Kenti…
Ben bu soruya şimdi yanıt verirsem bu benim kendi şahsi düşüncem olur, kentin genelini ifade etmez. İzmir’i nasıl tarif ediyorsunuz derseniz İzmir öncü bir kent yani bu çok net. Bakıyorsunuz tarihine her türlü ilkler burada yaşanmış. Konsolosluklardan tutunda yapılan ilk toplumsal mücadelelere kadar İzmir’in tarif ettiği anlamlandırıldığı bir değerler sistemi var. İzmir, değerler sistemi oluşturulabilen bir kent. İzmir, değer inşa edebilen bir kent. Oluşturduğu değerler sadece kendisiyle sınırlı kalmayan, bugün Anadolu’nun çoğu yerine de sirayet eden değerler sistemi var. Açıkçası İzmir’i bir motto ile tanımlamak gerekirse zorlanacağımızı düşünüyorum. Çünkü İzmir bir mottodan da fazlasını ifade ediyor. Bu demek değildir ki kentin bir kimliği yok. İzmir öncü bir kent. İzmir tekrar bunu yapmak ve bunu vurgulamak gereğini düşünüyorum. Çünkü koşulları, imkanları tarihsel arka planları buna çok müsait.
Bu süreçte EGİAD’dan destek olarak beklentiniz nedir?
EGİAD beklentilerimizi karşılıyor. Birgün Tunç Başkan’dan telefon geldi, “Az önce bir toplantımız vardı. EGİAD ile birlikte, bu konuda çalışma yapmak istiyorlar, sizi takip etmişler ve yapıdan haberdar olmuşlar. Ben seni onlarla irtibatlandıracağım” dedi.
Ben çok sevindim. Çünkü şöyle düşünün İstanbul’da gürül gürül iş dünyası, buna hazırlık yapıyor. Kent Raporları oluşturuyorlar, bu konuyla ilgili projeler geliştiriyorlar, ortaklık kuruyorlar ve orada inanılmaz derece de hareketli bir ortam var.
İzmir’de bunun nüvelerini görmek biraz zordu son 1-2 senedir fakat görüyorum ki özellikle son birkaç aydır inanılmaz derecede bir hareketlenme var ve bu hareketlenmenin içerisinde EGİAD kendisini birkaç adım öne attı. Bu çok önemli bir şey Alp bey gerçekten bu konuyu takip etmiş, kendisi ile olan sohbetimizde, bizi davet ettiğinde yapmış olduğum sunumda, onun yaptığı konuşmadan bizzat tanık oldum ve öyle bir izlenim edindim. Bence EGİAD bu noktada iş dünyasının ya da sanayi ve iş dünyasının özellikle Avrupa Yeşil Mutabakat başta olmak üzere sürdürülebilirlik kapsamlı yapacağı çalışmalara gerçekten örnek olabilir.
Bugün EGİAD’a bağlı olarak kaç tane kurum ve kuruluş var bilmiyorum ama EGİAD kendi üyesi olan kurum ve kuruluşların da bu konuda yapacağı çalışmaları tarif ederek, onlara kılavuzlar hazırlayarak, onlara yol haritaları hazırlayacak. Mesela sadece kendi iş boyutlarında ve dinamikleri olarak değil de başka yapılarla da bu sivil toplum ve yerel yönetimler olabilir.
Bunlarla ilgili işleri tarif etmede de yönlendirici olabilir. Sonuçta bizim en önemli problemimiz başka yapılarla nasıl diyalog ve ilişkiler geliştireceğimizi tam bilmememiz ya da bunun tariflerinin olmaması. Bu rolleri tanımlamamız gerekiyor.
Sizin yerel yönetim ile kuracağınız ilişki sadece bir belediye başkanı düzeyinde mi olmalı? Bambaşka düzeylerde ortaklıklar geliştirilebilir mi? Bu ortaklıklar belli kurumsal yapılar kurulmasına vesile olabilir mi?
Bunları yaptığınız zaman bir anlama geliyor. İzmir içerisinde bile belli ufak ufak yerel dinamikler oluşturmak mümkün. Aslında bu çoğaltıcı etki dediğimiz şey. Bu çoğaltıcı etki ne kadar kurumsallaşırsa, farklı farklı yapılar ne kadar yüksek etkileşime geçerse o zaman daha sağlıklı haberleşme ve iletişim imkânı doğuyor. Ona göre belli insanları sürece çok daha kolay adapte edebiliyorsunuz. Bunun aslında iktisatta da bir tarifi var. İktisatta biz bunun adına işten maliyet diyoruz. O işten maliyet düştükçe sizin otomatik olarak yapacağınız işlerin bambaşka etkileri ortaya çıkıyor.
Aslında tüm hikâye bunun üzerine kurulu. Birbirimizi daha çok anlamaya tanımaya ihtiyacımız var. Bugün EGİAD’ı biraz daha tanısam belki buradaki konuşma bambaşka olurdu ya da siz farklı yapıları tanısanız başka bir iletişim kanalı oluşturursunuz. Siz iletişimi ne kadar kuvvetli tutarsanız sivil toplumu da o kadar güçlendirirsiniz. Sivil toplum büyüdüğü müddetçe de sizin zaten geride kalma gibi bir durumunuz ortaya çıkmaz.
Hantal yapının önüne geçmenin yolu öncelikli olarak iletişim ağını güçlendirmesinde mi?
Kesinlikle, iletişim ne kadar kuvvetli olursa o kadar zenginleşiriz. 1972’de Roma Kulübü’nün oluşturduğu o rapor diyor ki, “Büyüme dediğimiz şey aslında maddi unsurlar değil, siz bunun çevresel boyutlarını ve aynı zamanda sosyal boyutlarını işin içine katmazsanız bu büyümenin kendisi devam etmeyecek.”
AB geleceğini sorguladığımız bir süreç içerisindeyiz. Onlar sürdürülebilirlik konusunda nasıl bir ortak mutabakatla yol alabiliyorlar?
Her ne kadar Avrupa Yeşil Mutabakatı’ndan bahsetsek de sonuçta orada da belli hakim yapılar var. Bu iktidar yapıları bir homojenlikle devam etmiyor. Yani bugün İtalya’ya gitseniz bambaşka, Fransa’ya gitseniz bambaşka. Şunu çok iyi biliyoruz ki yeşil düzene göre talepler gün geçtikçe artıyor. Kim derdi ki 1930’ların Nazi Almanya’sını Nazi dönemini yaşayan Almanya 2020’lere geldiğinde 2000’lerde böyle taleplerde bulunabilir.
Temiz enerji, halk sağlığı, daha fazla demokratikleşme diyecek. Toplumlar değişebiliyor. Önemli olan bunu nasıl tarif ettiğiniz meselesi bakın hâkim ya da merkez siyaset Almanya’da çökmek üzere. Bugün CDU’nun geldiği nokta SPD’nin geldiği nokta ya da genel olarak tarif etmek gerekirse merkez siyaset Avrupa’da eskisi kadar çözüm üretemiyor.
Bu noktada bambaşka taleplere bambaşka seslendirmelere ihtiyaç var.
Yeşiller sadece bir sivil hareket değilmiş, işte Avrupa’da 90’larda ilk defa siyasetin ortağı olmaya başladılar. Hatta şu an siyasetin ortağı olmakla kalmıyorlar iktidara yürümeye başlıyorlar. İnsanların en temel ihtiyacı yani biz hepimiz Maslow ihtiyaçlar hiyerarşisini biliriz, barınmadan başlıyorsunuz beslenmeyle vb. devam ediyor. Aslında 21. Yüzyılda bunu tekrar yorumlamak gerekiyor yani gerçekten bugün yaşadığımız kentte en çok talep ettiğimiz şeyler doğru düzgün bir çevremizin olması, etrafımızda gürültünün olmaması, çöp kirliliğinin olmaması, temiz gıdaya erişmek bu gibi temel talepler değil mi yani baktığımızda etrafımızda yaşananlara üzülmüyor muyuz ya da sinirlenmiyor muyuz? Ben yürüyüş yapıyorum her gün 1 buçuk saat. Bakıyorum çöp, yol, gürültü konularında sıkıntı var. Bunlar temel talepler.
Bunların toplum tarafından içselleştirilmesi gerekiyor. Bu noktada dünya toplumu, sadece Avrupa da demeyelim adına, onlarda kendi içerisinde birbirlerini anlamaya çalışıyorlar. Adımlar atıyorlar düzenler kuruyorlar.
Ama onları bize göre öncelikli kılan onlar bize göre bir şeyler geliştirebiliyorlar. Biz daha başlangıç noktasındayız.
İşin temeline indiğimizde çocuklarımız söz konusu peki bana anlattığınız yaş ortalaması 25 ve üstü. Çocuklara bunu nasıl anlatacağız? Nasıl bir farkındalık yaratacağız?
Bu konuda çok güzel çalışmalar var yani birkaç tane örnek vermek isterim. Biz ilk defa Türkiye’de Seferihisar’da Çocuk Belediyesi’ni kurduk. Çocuk Belediyesi içerisinde mutlaka duymuşsunuzdur yaşları 6 ve 18 yaş grubuna kadar olan çocuklara felsefe eğitiminden tutunda antropoloji, modern sanatlar, danslar, tiyatro vb. aklınıza gelebilecek. Her türlü alanda bu çocukların kapasitelerini güçlendirmesi için faaliyetler yürütüldü.
Baktığınız zaman çocuklara yönelik çok güzel faaliyetler ve projeler var. Ama çocukların beynine bu işin özünü tarif edecek çerçeveyi çizmiyorlar. Çocuk aslında biliyor onun sürdürülebilirlik olduğunu ama onun hangi dünya içinde anlamlandırıldığını ve şifrelerini verilmesi gerekiyor. Bu şifrelerin oluşturulmasına yönelik Türkiye gerçekten iyi bir iş yaptı. Bu noktada gerçekten iyi bir durumdayız. Bunu çoğaltmak durumundayız yani bunu çoğaltmak içinde yine aynı noktaya geliyoruz birbirimizle daha fazla paylaşım yapmaya bunları çoğaltmaya ve bunları paylaşmaya ihtiyacımız var.