Atatürk’ün Türk toplumuna getirdiği yeni kavramlardan birisi de “çağdaş uygarlık” tır. Çağdaş uygarlık düzeyine çıkmak ve geçmek ulusal bir ülküdür . Bu ülküye erişmenin amaçları yenileşme, ilerleme, kısaca belirttiğimiz köklü bir değişmedir. İşte bu olay ‘Türk Devrimi” dir.
Eğitim ve öğretim birbirini tamamlayan iki unsurdur. En ilkel topluluklardan, günümüz dünyasında insanın gelişmesinin toplumsal ilerleme, zenginleşme, etkinleşmesi bilim, teknoloji, sanat, yaşam biçimi, siyasal sistemleri ve hukuk düzeyi o toplumların durumunu belirler. Kalkınmış, gelişmiş ülke (toprak) yoktur. O ülkenin kalkınmışlık düzeyi, o ülkede yaşayan toplumun eseridir. Japonya ile Doğu Asya ülkeleri arasındaki fark; Avrupa ile Osmanlı’nın ve diğer geri kalmış toplumların arasındaki fark bunu gösterir. Bilim + teknolojiyi gelişmenin aracı haline getiren, aklın ve düşüncenin özgürlüğünü başaran uluslar 19. yüzyılın, 20. yüzyıl ve 21.yüzyılın Dünya’sının da gelişmiş ülkeleridir. Bu gelişmenin ve güçlenmenin sırrı eğitim ve öğretimdedir.
10 Aralık 1948’de Birleşmiş Milletler tarafından yayınlanan “İnsan Hakları Evrensel Bildirisi” ve daha sonra buna bağlı olarak yayınlanan kararlar, eğitimin özgür, eşit, bilimsel gerçeklere dayalı olmasını esas koşul olarak kabul eder.
Suudi Arabistan, İran, Afganistan, Nazi Almanya’sında, Faşist İtalya’da, Sovyetler Birliği, Çin Halk Cumhuriyetleri’nde eğitim vardır. Bu ülkelerde olmayan özgürlük ve eşitliktir. Eğitimin insan onuruna (hümanizm) uygun olması insan haklarının ön şartıdır. Özgürlük ve eşitlik hakları vazgeçilemez ve devredilemez temel haktır. Bu sebeple İnsan Hakları Mahkemesi bu konularla ilgili çalışmaktadır. Ancak devletlere müdahale edememektedir.
Türkiye İnsan Hakları ile ilgili bütün bildiri, sözleşme ve kararları imzalamıştır. Bunun sebebi Atatürk’ün kurduğu Cumhuriyet’in insan ve ulus anlayışının hedefinin demokrasi ve insan hakları olmasıdır.
Her devrim, kendi amacını gerçekleştirecek ideolojisini, yöntemlerini, kurumlarını, ilkelerini ve buna yönelik yeni bir eğitim düzenini getirir. Bu da, gerçekleştirilen devrimin amacına uygun yeni görüş, düşün, anlayış, davranış, yaşam görüşü ve biçimi demektir. Böylece her devrimin kendisine uygun insan modeli yetiştirmesi en önemli sorunlarından biridir. Her devrim, yeni bir devlet kurma savaşıdır. Devrim, devlet kurma eylemini başarınca kendi ideolojisini öğretmeye başlar. Bu ideoloji kurumların biçimlenmesinde temel karakter rolünü oynar. Devrimin başarısı olan devlet, siyasal yapıda esas rolü oynayan, sosyal, ekonomik, siyasal ve hukuksal temellerini öğretmek ve yaşatmak zorundadır.
Türk Devriminin bir eseri olan Türkiye Cumhuriyeti, kendi devrim ideolojisine, şahsiyetine uygun bir “Devlet” idealine sahiptir. Atatürk’ün değişiyle “Yeni Türkiye’nin eski Türkiye ile hiç bir ilgisi yoktur. Osmanlı Devleti tarihe karışmıştır. Şimdi yeni Türkiye doğmuştur.” Türk devrimi Türk toplumunu siyasal, ekonomik, toplumsal yapısıyla ve bireylerinin yaşam biçimini ve dünya görüşünü kökten değiştirmeyi, çağdaşlaştırmayı amaç edinen bir olaydır. Bu bakımdan, Türk Devrimi “Türk toplumuna kapalı, orta çağ tipi, askeri ve zirai bir toplum olmaktan; açık, sivil, sınai, demokratik ve modern bir toplum olmaya; ümmet olmaktan millet, milli devlet olmaya… Doğulu bir toplum olmaktan kurtararak, çağdaş, Batılı bir toplum olmaya, sömürge ülkesinden, ileri ve tam bağımsız bir ülke olmaya yönelik, kültür ve uygarlık değiştirme olayıdır. Bunun gerçekleşmesinin her şeyden önce bir “insan yetiştirme” davası olduğunu bilen Atatürk, kaybedilmiş yüzyılları kısa zamanda aşarak çağdaş uygarlığa ulaşmak için eğitime büyük önem veriyordu.
Atatürk’ün Türk toplumuna getirdiği yeni kavramlardan birisi de “çağdaş uygarlık” tır. Çağdaş uygarlık düzeyine çıkmak ve geçmek ulusal bir ülküdür .
Bu ülküye erişmenin amaçları yenileşme, ilerleme, kısaca belirttiğimiz köklü bir değişmedir. İşte bu olay ‘Türk Devrimi” dir. Atatürk için Bağımsızlık Savaşı’nın kazanılmış olması yalnızca başlangıçtır. Esas önemli savaş, Türkiye’nin çağdaş uygarlık düzeyine erişme savaşı, yeni başlamıştır. Tam bağımsız bir Türkiye bu sayede gerçekleşebilirdi. “Siyasi, mali, iktisadi, adli, askeri, ” her yönüyle tam bağımsızlık savaşı, düşmanın denize döküldüğü noktada Atatürk tarafından başlatılmıştır. Lozan Barışının imzalandığı tarihte bile Atatürk’ün aklında yalnızca “Uygar Türkiye” düşüncesi vardır. Bugüne kadar elde edilen başarılar Türkiye’ye ancak ilerleme ve uygarlığa doğru bir yol açmıştır. Fakat henüz amaç başarılamamıştır. Uygar bir ülke olmak en büyük ilkedir. Bundan yoksun olan ülkeler hürriyet ve bağımsızlıklarından yoksun kalır. Çağdaşlaşmaya engel olmak isteyenlere ise asla aman tanınmayacak ve Atatürk’ün değişiyle mutlaka tart edileceklerdir. Çünkü dünya büyük bir hızla ilerlerken Türkiye yerinde duramaz .
Türkiye’nin çağdaş uygarlık düzeyine çıkması amacındaki felsefe, kuşkusuz yalnızca teknik değildir. Ondan da önemli sosyal bir değişimdir. Türk toplumunu batı felsefesinin ürünü olan düşünceye, yaşama biçimine, siyasal modeline kısaca batı ailesine sokmaktır. Atatürk bu işe girişirken, kaybolmuş yüzyılları kısa zamanda alabilmek için önce siyasal yapıyı ele aldı. Batıda Fransa Devrimi ile başlamış ve 19.yüzyıl boyunca yapılan mücadeleler sonucunda başarılmış olan, insan hakları sistemi ve onun ürünü olan ulusal egemenlik ve laiklik Türkiye’de gerçekleşebilmesi kuşkusuz Atatürk’ün dehasının bir eseridir. Hele bunu 3-4 sene gibi bir zamana sığdırılmış olması “Türk Mucizesi”nin başka yönüdür.
Yeni bir devlet, yeni bir toplum gerektiriyordu. Batıda çağdaş devlet sistemi, toplumların birbirleriyle yaptıkları ulusal bağımsızlık ve yönetimlerine karşı yaptıkları ulusal egemenlik savaşı sonucunda gerçekleşmişti. Filozoflar yeni bir sistemin esaslarını ve öğretisini yapmışlardı. Türkiye’de ise bu durum aşağıdan yukarı değil, yukarıdan aşağıya gerçekleşiyordu. Bu bakımdan çağdaş uygarlık düzeyine ulaşmak bir eğitim sorunuydu.
Tanrı hakları sistemine dayalı teokratik devlet yerine, insan hakları sisteminin ürünü olan laik devlet; ümmetten uluslaşmaya geçiş çağdaşlaşmanın temelini oluşturuyordu. Bu temelin atılması için yeni Türk Devleti, Osmanlı Devleti’nin ideolojisini yıktı; yerine kendi ideolojisini kurdu. Osmanlı ideolojisi din ve hanedan esaslarına dayanıyordu. Devlet biçimi teokratik, Padişah- Halife devletin başı olup; tanrısal ve geleneksel otoriteyi temsil ediyordu. Hukuk sistemi ise “Şeriat” idi. Dolayısıyla bu yapının eğitim sistemini de dinsel olup, kurumu ise “Medrese” idi. Bu sistem ise dinsel ahlak temeli üzerine kurulmuştu. Atatürk’ün kurduğu yeni Türkiye’de tüm bunlar değişti. Ulusal ideoloji, modern devlet biçimi olan laik cumhuriyet, modern hukuk, modern eğitim geldi.
Dinsel ahlakın yerini de laik ahlak aldı .Türk diline, Türk duygusuna, Türk düşünce ve inanışına dayanmayan bu kurumun hiçliği daha II. Mahmut zamanında anlaşılmış ve bir yana bırakılarak yeni okulların açılmasına başlanmıştı . Bu sebeple eğitimde başlayan eski-yeni ikiliği, düşüncede, yaşam biçiminde, ideolojide iki ayrı neslin oluşmasına yol açtı. Bu ikilik ancak, 3 Mart 1924’te öğretimin birleştirilmesiyle kaldırılabildi. Türkiye’de akılcı, ulusçu, laik ve demokratik eğitimin temelleri atıldı.
Türk toplumunda Tanzimat’tan sonra en aydın kişilerinin Harp Okulu ile Tıp Okullarından ve Mülkiyeden yetişmiş olmaları bir rastlantı değildir. Çünkü yalnızca bu kurumlar, özellikle batı eğitim kurumlarını örnek almış; batılı fikirler bu okullara girmiştir. 20. yüzyıl Türkiye tarihine yön veren kişilerin bu okullarda yetişmiş olması, buradaki eğitimin başarısını anlatmaya yeterlidir. Harp Okulundan yetişmiş olan Atatürk, daha 1905 yılında, Osmanlı İmparatorluğu’nun çökeceğini, esas davanın bu İmparatorluktan bir Türk Devleti çıkartmak olduğunu kavramıştı . Bunun için de daha Cumhuriyetin ilanından önce yeni Türkiye’nin temellerini ancak “akılcı ve ulusçu bir eğitim” ile sağlanabileceğini görmüştü.
Ulusal Savaş içinde, Türkiye halkının tek temsilcisi T.B.M.M.’nin açıldığı günlerde halkla aydın arasında kopukluk ve hatta yabancılık, eğitim konusunun, daha savaş yılları içinde en önemli sorunlar arasında yer almasını hazırladı. (13). 16-21 Temmuz 1921 günleri arasında Ankara’da yapılan Türkiye
Milli Eğitim İşleri ilk ve resmi toplantısı bu sorunun önemini belirtmektedir. Yüzyıllarca sürmüş bir umursamazlığın açtığı yaraları sarmak için, gerekli çabaların en büyüğünün eğitim alanında gösterilmesi gerektiğini belirten Atatürk; savaş içinde bulunmasına rağmen, eğitim için her olanaktan yararlanılması ve geleceğe yönelik eğitim temellerinin atılmasını öngörüyordu. Eski ve köhnemiş eğitim yöntemlerinin terk edilerek, yeni kuşakların tinsel değerler arasında kuvvetli bir erdem aşkıyla yetişmesini, yeni bir sanat ve bilim yolu bulmak ve ulusa göstermek gerektiğini açıklıyordu. Ulusların manevi güçlerinin özellikle bilim ve inançla en yüksek ölçüde gelişeceğini savunan Atatürk, Hükümetin en verimli ve en önemli ödevinin milli eğitim olduğunu söylerken, henüz zafer kazanılmamıştır. Diğer yandan dinsel eğitim kurumlarının Türkiye için köhnemiş kurumlar olduklarını görüyor, fakat bunlarla ilgili işlem için zamanını erken buluyordu. 1 Nisan 1922 Konya’da medreseyi gezen Atatürk acı bir gerçekle karşılaşır, kendisini karşılayan iyi bakımlı öğrencilerin hocaları, Atatürk’ten medrese sayısının arttırılmasını ve medrese öğrencilerinin askere alınmamalarını istemişti.
Atatürk’ün yanıtı, Türk ulusunun bağımsızlık savaşı için varını yoğunu ortaya koyduğu bir sırada bu öneriyi yapanları sindirmiştir. Bu olaydan sonra bütün bu öğrenciler de askere alındılar. Yine aynı gezide küçük çocuklara Arapça öğretilmesine kızan Atatürk, Türkiye’nin gerçeklerinin öğretilmesi gerektiğini belirtmişti.
Eğitimin yeni Türkiye’nin çağdaş uygarlığa ulaşabilmesinin vazgeçilmez tek aracı ve ulusal birliğin en önemli unsuru olduğunu gören, eğitimde birliğin mutlaka gerçekleştirileceğini, yeni kuşağın öğretmenlerin eseri olacağını söyleyen Atatürk, yeni Türkiye’nin genç kuşaklarının omuzlarında yükseleceğini görüyor. Türk Devrimi’ni gençliğe emanet ederken hiç kuşkusuz eğitimi en önemli sorun olarak değerlendiriyordu. Ulusun iki parça halinde yaşayamayacağını dile getiren Atatürk hiç kuşkusuz eğitimde önce ulusalcılık temelini öngörüyordu. Bunun için ulusal eğitimde öğrencilere, ulusuna ve Türkiye devletine bağlılık bilincinin öğretilmesi gerekiyordu. Tarih şunu açıkça belirlemiştir ki ulusal devlet kuramayan, ulusal siyasi benliğini bulamayan toplumlar, modernleşmeyi de başaramamışlardır. Milli devlet sorunu Türkiye için toplumun eski dar toplumsal çerçeveyi parçalayıp, yeni bir siyasal-sosyal temel kurmasıdır. Yeni bir ulusal siyasal benlik ise ancak ulusal bir kültürle mümkündür.
Yeryüzünde yaşayan üç yüz milyon Müslüman’ın, Türk Ulusal Bağımsızlık Savaşı’nın yapıldığı yıllarda sömürge olarak yaşamaları, onların ulusal eğitim ve bilinçten yoksun olmalarının bir sonucuydu. Ulusal benliğini bulamayan toplumların başka toplumların esiri olacağını belirten Atatürk, Türk ulusçuluğunu; çağdaşlaşma ve birlik konusunda başarılması gereken ilk ilke olarak görüyordu. Türkiye’nin bağımsızlık savaşı tüm mazlum uluslara örnek olacağı için daha kanlı oldu. Türkiye’nin davası bütün doğunun davasıydı. Emperyalizm ve sömürgecilik Türkiye’nin örneğini ortaya koyduğu ulusal bağımsızlık savaşı ile yıkılıyordu. Bu sebeple Atatürk’ün başlıca hedef i Türk Ulusunu, ulusal bilince ulaştırmak ve devleti bağımsız, ulusal, laik bir hale getirmektir. Ulusun kuruluşunda en önemli unsurun din birliği değil, ulusal birlik olduğunu ileri süren Atatürk, İslam dininin birleştirici olmadığını ve tam tersine Türk ulusunun ulusal bağlarını gevşettiğini, ulusal duygu ve heyecanını yitirdiğini belirtiyor. Türk ulusu, ulusal duygusuyla, insani duyguyu yan yana düşünür, çünkü Türk ulusu medeni dünyanın ve insanlık ailesinin bir parçasıdır.
Bu sebeple Atatürk, Türk ulusunun ortak duygusu olan din duygusunu ne kadar önemli bir etken olduğunu bildiği halde, sömürmekten kesinlikle kaçınmış, Ulusal Savaş’ta ulusal duyguyu birleştirici olarak kullanmıştır. Tüm direnmelere karşın ulusal bilincin uyanması için yılmadan çalışmıştır .
Yeni Türkiye’nin eğitim ilkelerinin başında kuşkusuz ulusalcılık gelecektir. Yetişecek çocuklara ve gençlere görecekleri öğrenimin sınırı ne olursa olsun, en önde ve her şeyden önce, Türkiye’nin bağımsızlığına, kendi benliğine ve ulusal geleneklerine düşman olan bütün unsurlarla savaşmak gereği öğretilecektir . Türkiye’de Ulusçuluk uygulamasında geç kalınmış ve bu yüzden zararları fazlasıyla çekilmiş bir konudur. Ancak buna rağmen ulusçuluk öğretisi hiç bir zaman ırkçı bir öğreti değildir. Çünkü ulus bir ırk olayı değil sosyal bir olaydır. “Türkiye Cumhuriyeti, ulusal sınırlar içinde Türklük duygusuyla yaşayan herkesin ortak devletidir. Türk ulusu da Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde yaşayan Türkiye halkıdır. Böylece Atatürk, medeni bir ülke olmayı ulusal bir ülkü olarak gösterirken, ulusçuluğu çağdaşlaşmanın ön koşulu saymakta; diğer yandan ulusçuluğu ulusal birliğin temeli yapmaktadır.
Eğitimin ülke yüzeyine dağılımında, yetişmiş insan gücü kaynağı olan üniversitelerin kuruluş ve gelişmelerinde ülkeyi üç ana bölgeye ayırıyor.
1- Batı bölgesi, İstanbul Üniversitesi olup; burada gerçekleştirilen “Üniversite Reformu” örneği ile çağdaş üniversiteyi kurmak.
2-Merkez bölgesi için Ankara Üniversitesi kurmak,
3- Doğu bölgesi için Van gölü kıyılarının en güzel bir yerinde ilk okullarıyla ve üniversitesiyle bir kültür şehri yaratmak.
Atatürk’ün temelini attığı yeni toplumda eğitimin ve yaşamda en büyük gerçeğin bulunmasının tek yolu ilim ve fendir.
Binlerce yıl, gerçeğin din kuralları içinde arandığı bir toplumda, hatta tüm doğu dünyasında bir lider, yalnızca kendi ulusuna değil, tüm doğu uluslarına “Hayatta en gerçek mürşit ilimdir, fendir” diyor. Çağdaş uygarlığın oluşmasında hiç kuşkusuz yüzyıllarca ilim ve din arasındaki çatışmadan ilimin üstün çıkmasının önemini bilen Atatürk, her bilgiye bilimsel yöntemle ulaşmak gerektiğini öğretiyor. Türkiye’nin çöküntüden kurtulması, çağdaş uygarlık düzeyine bilim ve tekniğin gösterdiği yolda ilerlemekle mümkündür. bilim ve tekniğin öğretileceği tek yer ise “okul” dur. “ulusumuzun politik, toplumsal yaşamında, ulusumuzun düşünce eğitiminde önderimiz bilim ve teknik olacaktır” diyen atatürk, milli eğitimde mutlaka başarıya ulaşılmasını eğitimin;
1-Toplumsal yaşamamızın gereklerine uyması,
2-Çağımızın isteklerini karşılaması, koşullarına bağlıyor.
Cumhuriyetin 10. Yıl nutkunda, ilme bağlı olan Türk ulusunun üstün değerlerini dile getirirken, ilerleme ve uygarlık yolunda Türk ulusunun elinde ve kafasında tuttuğu meşalenin müspet ilim olduğunu bir ülkü olarak gösteriyordu. Eğitimde ilim Türk toplumuna yol göstericidir. Ulusal ve lâik ülke ise temeldir. Ancak bu temel üstünde yeni toplumun demokratik, barışçı ve evrensel değerlerle yetişmesi ön görülmektedir.
Devlet tanımında demokrasiyi vazgeçilmez bir sistem kabul eden Atatürk “İrade ve egemenlik ulusun tümüne aittir. Demokrasi prensibi,“Bir ulusal egemenlik şekline dönüşmüştür”. “Bir ulusu oluşturan bireylerin o ulus içinde, her çeşit özgürlüğü; yaşamak özgürlüğü, çalışmak özgürlüğü, düşünce ve vicdan özgürlüğü altında bulunmalıdır” sözüyle yeni Türkiye’nin demokratik temellerini de atıyordu. Hak ve adalet kavramları özgür bir toplumun sosyal yapısına vücut verdiğine göre; Atatürk Türkiye’de iktidarı hak ve adalet olarak anlıyordu.
Öğretisinin temelinde yatan değerler içinde bu düşünce bulunuyordu. Bu sebeple meşruluğunu yitirmiş Osmanlı Devleti ve sistemini yıkmakla kalmıyor; yerine meşru ve batı düşüncelerinin eseri olan yeni değerler ve kavramlar getiriyordu. Lâik devlet öğretisi yanı sıra modern hukuk ve öğretisi için gereken hamleler yapılıyordu. Rejimin kuruluş biçimi bir devrim ve diktatörce bir görünümdeyse de, Türkiye’nin yapısı bunu gerektiriyordu. Buna rağmen kurulan rejim, demokrasi1 ilkelerine inancını açıkça ilan eden ve toplumu demokratik ideale göre eğitmeyi amaç edinen bir rejimdi. Cumhuriyet rejimi erdemlilik ahlakıdır. “Korku ve tehdide dayanan “Sultanlık” ise zelil, sef il insanlar yetiştirir” diyen Atatürk, erdemli insanların ancak özgür yetişen insanlar olduğunu belirtir.
Yeni rejim ve öğretisi, Fransız Devrimi ile ortaya çıkan bu yeni devlet biçimine dayanır. “Ulusa efendilik yoktur, Hizmet vardır” sözü yeni rejim anlayışını da belirlemektedir. Ulusların yöneticilerine körü körüne bağlanmasını reddeden Atatürk, Türk halkının Padişaha olan dinsel- geleneksel bağlılığının acı anılarını silmek için, kendisine de körü körüne bağlanılmasını şiddetle reddediyor; tüm yurtaşların ulusal onuru her şeyden üstün tutmalarını istiyordu .
Eğitim de demokratik evrensel prensibi kabul eden yeni rejim, amaçta erdemli insan yetiştirmek ilkesini eğitiminde önemli unsur kabul ediyordu. Dinsel ahlak anlayışından lâik ahlaka geçiş kuşkusuz çok güçtü. Fakat mutlaka başarılmalıydı. Atatürk, ahlakı, ahlak kitaplarında tanımlandığı veya birtakım ahlak hocalarının tavsiye ettikleri şeylerden hem mecburi ve hem de şayan-i arzu olan işlerdir”. Atatürk, çalışmanın yüksek kıymetini, ahlaki vasfını, çalışmak hakkını, kutsal haklar içinde önce, çalışmak olarak tanımlıyor.
“İş, teorinin hakimi ve amiridir. Ahlak kaidelerinin nasıl yapılması lazım geleceği, ahlaklılık olduğu anlaşılan işler görüldükten, denendikten sonra anlaşılır… Ahlaki işler, aynı zamanda hem mecburi ve hem de şayan-ı arzu olan işlerdir” Atatürk, çalışmanın yüksek kıymetini, ahlaki vasfını, çalışmak hakkını kutsal haklar içinde hatta başında görüyor.
Yeni rejimin okullarında ders kitabı olarak okutulan ve Atatürk tarafından yazılmış olan “Medeni Bilgiler” kitabı bu ahlak anlayışını öğretmektedir. Korkuya dayanan ahlakı, ahlak olarak kabul etmeyen Atatürk, Türk çocuklarına ulusal ahlakın mutlaka verilmesini istiyor. Ulusal ahlakımızın, uygarlık ilkeleriyle ve özgür düşünce ile güçlendirilmesi gereği daha Cumhuriyetin ilanıyla başlatılan bir prensiptir. Bu görevi yüklenen öğretmenler, yeni rejim için bu prensip doğrultusunda Türkiye Cumhuriyeti’ne “fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür” kuşaklar yetiştireceklerdir.
Atatürk, Türk ulusunu, dünya ulusları dışında onlara yabancı değil, devletler ailesinin içinde kabul ediyordu. Atatürk’e gelinceye kadar Türk toplumunda İslam dogmatizmi egemen olduğundan, İslam-Hıristiyan ayırımı, hatta İslam olmayanın “kafir” kabul edildiği bir görüş vardı. Bunun sonucu da Türkler, batıdaki gelişmenin dışında kalmıştı . İşte bu sebeple dış barış ilkesi, dış politikanın olduğu kadar eğitimin de önemli bir ilkesi olmuştu. Daha, Büyük Zafer’in kazanıldığı sırada Yunan bayrağını ayaklar altına serdirmeyen Atatürk, Türk-Yunan dostluğunun kurulmasına büyük önem vermişti. Yalnızca Yunanistan değil, tüm ülkelerle ilişkide temel ilke barış ve dostluk olmuştur.
1923–1924 öğrenim yılında 1928 yılına kadar Türkiye’de meslek okullarına ve liselere olan istek hızla artarken, din eğitimi yapan okulların öğrenci sayısı da aynı orantıda azalmıştı .
Ulusun yaygın öğrenimini kolaylaştıracak en büyük hamle, “Harf Devrimi” başarıldıktan sonra; 1 Ocak 1929 da tüm Türkiye’de eğitim bayramı ilan ediliyor ve “Millet Mektepleri” kuruluyordu. Halk kitlelerinin okuma yazma öğrenmek bile sorunu çözemedi.
Halkın, özellikle köylünün bilinçlenmesi, çağın sorunlarını ve müspet bilimle eğitimleri gerekiyordu. Türkiye’nin birçok yerinde etkin olan feodal-ekonomik ilişkiler sürdükçe bunun başarılması olanaksızdır. Daha 1925 yılında Şeyh Sait ayaklanmasının bastırıldığı tarihte bu gerçek anlaşılmış ve ilk aşamada; bu ekonomik yapının ürünü olan tekke ve zaviyeler kapatılmıştı. Millet Mektepleri, denemesinin yeterli olmaması, 1933 yılına kadar ekonomik ve toplumsal alanları kapsayan bir kalkınma stratejisi bulunmayışı, bu tarihten itibaren devletçi ekonomik sistemi gündeme getirdi. Diğer yandan köylüyü şeyh-ağa baskısından kurtarmak girişimleri başlatıldı. Köylerimizin toplumsal yapısını değiştirmek, tarım kültürünü arttırmak küçük sanayii geliştirmek, eğitim yolu ile yetişmiş insan gücünü arttırmak, sağlıklı yaşam koşullarını sağlamak, toprak ve tarım reformlarını başarmak, köyün ulaştırma sorununu çözmek, kısaca köy ve köylüyle ilgili ekonomik ve toplumsal sorunları yenmek için yeni bir eğitim sistemi düşünüldü . Bu amaçla Atatürk’ün önderliğinde, il ve kazalarda” Halkevleri” kurulmasına gidilirken, köy sorunu içinde “Köy Enstitüleri”nin temelleri atıldı. Halkçılık ilkesinin önemli atılımları olan bu girişimler, ne yazık ki, Atatürk’ün ölümünden sonra terk edildiler.
Eğitim, öğretim ve ilmi araştırmanın her alanda en gelişmiş üst kurumu olan “Üniversite”, bu niteliği ile evrensel bir kurumdur. Bugünkü çağdaş üniversitenin temelleri “Rönesans-Reform- Hümanizm” döneminde atıldı.
Batı uygarlığının her alanda özgür düşünceyi egemen kılabilmesi ve bu uğurda yapılan yaklaşık beş yüz yıllık mücadeleler ile bugünkü duruma gelmesinde en önem verilen kurumun üniversite olduğu her an göz önünde bulundurulmalıdır. Felsefenin, ilim, sanatın, sosyal-ekonomik- siyasal düşüncenin özgürlüğünü kazanmasıyla ulaşılan bugünkü üniversite anlayışına Türkiye’nin sahip çıkması ve bu sistemi kabul edip, uygulamaya başlaması Atatürk’ün eseridir.
Üniversiteler yalnızca bilginin öğretildiği öğretim kurumları değildirler. İlmi araştırmalarla yeni bilgilerin üretildiği, edinilen bilgilerin her alanda toplumların refah ve saadeti ve güvenliği için insanlığın hizmetine sunulduğu yerlerdir. Osmanlı İmparatorluğu’nda yükseliş döneminde kurulan ve pozitif ilimlerin okutulduğu medreselerin, 17. yüzyıldan sonra pozitif bilimleri dışlaması ile bu en üst düzeydeki eğitim Kurumu hızla çöktü. 18. yüzyılda Mühendishane-i Berrî Hümâyûn ve Bahrî Hümâyûn yalnızca askeri kurumların ihtiyacı göz önüne alınarak kurulmuşlardı. II. Mahmut çürümüş medrese eğitimini bir yana bırakıp “mektep” denen batılı okulların açılmasını başlattı. Askeri Tıp ve Harp Okulları bu amaçla açıldı. Tanzimat döneminde 1863’de “Osmanlı Darülfünunu” yine bu amaçla kurdular. Fakat batı standardında bir eğitim sistemi kurulamıyordu. Abdülhamit’in döneminde de kız okulları ve meslek okulları açılması sürse de yeterli olmadı. Baskı rejiminin devamı eğitimde de soluk aldırmadı.
29 Ekim 1923’te Cumhuriyet ilan edildiği zaman Türkiye Balkan, Birinci Dünya ve İstiklal Savaşlarının bütün yıkımını yaşamış bir yangın yeri görünümündeydi. Türkiye siyasal, sosyal, ekonomik yapısında çok büyük köklü değişiklikler yapıyordu. Türk Devrimi gerçekleşiyordu. 1924 yılında Darülfünun öğrenci sayısı iki bin dolayında idi. Devrin Milli Eğitim Bakanı “Arkadaşlar Türk milleti yeni bir amaca doğru yürüyor. Memleketimizde uygarlığın timsali Darülfünun olacaktır. Eğitim Bakanlığı; Darülfünunu böyle basit bir durumda bırakamaz. Bırakırsa görevini yapmamış olur” diyordu. Hükümet ve Mecliste iki fikir çatışıyordu. Birinci fikir Darülfünun kendini yenilemesi için müdahale etmemeli, diğeri ise kendi haline bırakmak fikirleriydi. 1924 yılında, Darülfünun bahçesinde öğrenciler fotoğraf çektirdiler.
Bazı öğretmenler bunun dinsizlik olduğunu ileri sürünce, Bursa’da bulunan Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal bir öğretmenlerin zihniyetini çok sert bir şekilde eleştirdi. Fakat Devrimi ilk modern-laik yeni Türk devleti ve toplumu oluşurken Darülfünun bunun gerisinde kalıyordu.
1930 yılında Atatürk’ün dil ve tarih hareketleri de Darülfünundan destek görmedi, hatta ağır eleştiriler geldi. Bunun üzerine Darülfünuna karşı Ankara’da şiddetli bir tepki oluştu. Darülfünuna gösterilen bütün toleransa rağmen kendini yenileyemedi. İsviçre’den Albert Malch çağırıldı ve hazırladığı raporda eğitim, öğretim ve ilmi araştırmalarda Darülfünun’un yetersizliğini ortaya koyuyordu. Milli Eğitim Bakanlığı, Atatürk’ün onayını aldıktan sonra 31 Temmuz 1933’de Meclis’e konuyu getirdi ve Darülfünun hocalarından bir kısmı üniversiteye alındı, büyük kısmı emekli oldu veya başka görevlere atandılar. Aynı yıl Almanya’da, Nazi baskısından kaçan Yahudi asıllı Alman profesörlerden kırk kadarı Türkiye’ye gelerek görev aldılar. Avrupa’ya gönderilmiş bulunan ve fakülteyi orada bitirenler, yurda çağrılıp doçent olarak atandılar.
Atatürk 1933 yılı Meclis açış konuşmasında bu yeni hamleyi şöyle açıklıyordu: “Üniversite tesisine verdiğimiz ehemmiyeti beyan etmek isterim. Yarım tedbirlerin kısır olduğuna şüphe yoktur. Bütün işlerimizde olduğu gibi Maarifte ve kurulan üniversitede radikal tedbirlerle yürümek katî kararımızdır.”
M.E.B. bütün bu işleri yaparken Atatürk’ün isteklerini üç noktada gerçekleştirmeye önem veriyordu. Atatürk üniversiteyi ülkenin kalkınması, her yönüyle gelişmesi için kültür politikasının da önemli kurumu olarak görüyordu.
Kasım 1937’de bu düşüncesini şu sözleriyle dile getirdi: “Bunun için memleketi şimdilik üç büyük kültür bölgesi halinde mütalaa ederek garp bölgesi için, İstanbul Üniversitesi’nde başlamış olan ıslahat programını daha radikal bir tarzda tatbik ederek Cumhuriyet’e cidden modern bir üniversite kazandırmak; merkez bölgesi için Ankara Üniversitesini az zamanda kurmak lazımdır. Ve doğu bölgesi için Van gölü sahillerinin en güzel bir yerinde, her şubeden ilkokullarıyla ve nihayet üniversitesiyle modern bir kültür şehri yaratmak yolunda, şimdiden fiiliyata geçilmelidir.”
Uygar eğitimin ortamı demokrasidir. Demokrasiye geçişin seküler ve laik olmak üzere iki modeli vardır. Anglo- Sakson, Amerikan seküler modeli ve Fransız devrimi ile kurulan Fransız Laik modeli. Uluslar kendi sosyal, ekonomik, kültürel düzeylerine göre yaşarlar. Modern bir anayasayı Afganistan,İran, Pakistan, Suudi Arabistan’a verseniz oralardan demokrasi çıkmaz. İngiltere’nin yazılı anayasası olmadan demokrasiyi en iyi yaşayan ulusların başında gelmesi demokrasi kültürü ve ahlakı ile açıklanabilir. Yönetim başarısızlıklarını anayasalarda arayıp anayasa değişiklikleri çözüm değildir. Sorun demokrasinin ilkelerini hazmetmektedir.
Sokrates “toplumlar layık oldukları şekilde yönetilirler”, “politika çirkindir diye politikaya katılmazsanız o çirkinlik sizi yönetir” tespiti ve Eflatunun “Bilge kişiler yönetime katılmazsa cahiller tarafından yönetilirsiniz.” tespiti günümüzde de evrensel etkisini sürdürmektedir. Albert Aynstayn’ın Hitler rejimini kast ederek,”Bu sürünün beyne ihtiyacı yok bunlar omurilik soğanı ile de yaşayabilirler.” Sözleri özgür eğitimin önemini ve Tevfik Fikret’in Atatürk’e ışık olan “Fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür” nesiller yetiştirmek idealinin önemini göstermektedir.