Son 450 milyon yılda zaten beş kitlesel yok oluş olayı yaşandı. Bunların her biri, büyük volkanik patlamalar, okyanus oksijeninin tükenmesi veya bir asteroit çarpması gibi feci çevresel değişikliklerden kaynaklandı. Şu anda içinde bulunduğumuz altıncı kitlesel yok oluş tehdidi ise, insan faaliyetlerinden kaynaklanıyor. Sulak alanlar böyle kurumaya devam ederse, yakın bir gelecekte gıda krizi yaşanması ihtimali uluslararası kuruluşların raporlarına yansımış durumda. Olası gıda krizinin, toplumsal düzeni bozabilecek ölçüde yaşanacağı uyarısı yapılıyor.
ALTINCI KİTLESEL YOK OLUŞA GİDERKEN
Yepyeni bir çağa girdik; Antroposen. İnsanoğlunun gezegene olan etkisinin en üst düzeylere çıktığı Sanayi Devrimi’nden bugüne devam eden bu sürece İnsan Çağı da demek mümkün. Yani insanoğlunun yaptığı müdahaleler ile gezegeni ve doğayı yeniden şekillendirdiği bir çağda yaşıyoruz. Antroposen’i daha iyi anlamak için bunun biraz öncesinde ne olup bittiğine de bir bakmakta yarar var.
Dünya’nın oluşumu ile ilgili jeolojik evrelerden Pleistosen’de hem yer kabuğunun altında hem de üstünde müthiş değişimler oldu. Kıtaların oluşumu, buzulların erimesi ile okyanus sahanlıklarının suyla dolması, dağların, vadilerin, ovaların, nehirlerin, göllerin ve yer altı su ağlarının oluşumu ile gezegenimiz günümüzdeki jeomorfolojik görünümünü kazandı. Birbirlerine madde ve enerji akışı ile bağlı olduğu, çok hassas bir dengeye sahip İklim sistemini oluşturan bileşenler (atmosfer, hidrosfer, kryosfer, biyosfer) bir araya gelerek yaşamın başlaması için ideal şartları meydana getirdiğinde, bu inanılmaz evrimsel sürece, görkemli ve benzersiz bir halka daha eklendi.
Bunlar; iklim özelliği ile uyumlu bitki örtüsü Flora ve hayvan türleri Fauna. Flora, fauna için solunum amaçlı ihtiyaç duyulan oksijen ve besini üretir ve oksijeni serbest bırakırken, buna karşılık, floraya tamamen bağımlı fauna, floranın fotosentez için ihtiyaç duyduğu karbondioksiti ve su buharını serbest bırakır. Bu simbiyotik ve döngüsel ilişki sırasında atık ortaya çıkmaması da dikkat çekicidir. Mükemmel bir denge içinde yaşayan yüzbinlerce türün oluşması ile biyoçeşitliliğin yaşam bulması. İlginç olan, tüm bu ekosistem içinde bir boşluk, hata veya yanlış olmamasıdır.
Günümüzden yaklaşık 12.000 yıl önce Pleistosen dönemi sonunda başlayan jeolojik çağ Holosen olarak adlandırılıyor. Adını Yunanca kelimeler olan (Holos= tamamen) ve (kainos=yeni) sözcüklerinden alıyor ve “tamamen yeni” anlamına geliyor. Holosen, insan türünün mevcut yerleşik hayata ve yazılı tarihe doğru önemli bir geçiş yaptığı ve dünya çapında kültürel gelişimlerin görüldüğü bir çağ olduğu ve yaşadığımız zamanı tanımladığı için jeolojik devirler arasında önemli bir yer kapsar.
Holosen’in bir başka özelliği, insanların yerleşik düzene geçerek tarımsal faaliyetlere başlaması ile birlikte Dünya tarihinde ilk kez doğal çevre ve iklim sistemi üzerinde “insan etkisi”nin başlamasıdır. Örneğin Holosen’in ortaları ve sonlarında atmosferde karbondioksit ve metan gazlarının oranlarının giderek yükselmesi, Avrasya’da 8000 yıl önce tarımsal amaçla ormanların kesilmeye başlaması ve 5000 yıl önce pirinç tarımı ve hayvancılığın gelişmesi ile ilişkilendirilmektedir.
Holosen döneminde bitki ve hay- van türlerinde birtakım değişmeler de meydana gelmiştir. Hayvanların sayı ve çeşitliliklerinde azalma olmuş; bunlardan Mamut, Mastodon ve Kılıç Dişli Kaplan gibi pek çok tür varlığını sürdürememiştir. Bu dönem içeri- sinde Neandarthal ya da Erectuslar türünün devamlılığını sağlayamaz- ken, Sapiens, aklını ve kurnazlığını kullanarak hem hayatta kalmış hem de yeryüzündeki en etkin varlık hali- ne gelmiştir.
Antroposen ise ilk kez 2000 yılında Paul Crutzen ve Eugene Stoermer tarafından telaffuz edilen bir terim. Bu bilim adamlarına göre Holosen artık sona ermiş ve 1750’lerdeki sanayi devrimi sonrası başlayan fosil yakıt kullanımı nedeniyle atmosferdeki karbondioksit miktarının yaklaşık 2000 gigaton seviyesine ulaşmasıyla küresel ısınmanın yaşandığı, aynı zamanda diğer kimyasal döngülerin bozulduğu, denizlerin, göllerin ölü bölgelere çevrildiği, türlerin yok olmaya başladığı, sel, kasırga ve kuraklık gibi aşırı hava olaylarının sıklıkla yaşanmaya başladığı bir çağ olarak Antroposen tanımlanmış durumda.
Dünyadaki yaşamın çeşitliliği, gezegenimizin sağlığı ve insan olarak refahımız için esastır. Ancak doğa daha önce hiç olmadığı kadar baskı altında. Yiyecek, su ve toprağa olan ihtiyaçlarımız, enerji ve daha fazlasına olan taleplerimiz yaşam alanlarını yok ediyor, havamızı ve suyumuzu kirletiyor, hayvan ve bitki türlerinin yok olmasına neden oluyor. Biyoçeşitliliği 100 yıl öncekinden on bin kat daha hızlı kaybediyoruz.
“Bu yüzyılda Dünya türlerinin yarısını yok olmaya itebilecek aşırı nüfus ve savurgan tüketim darboğazındayız”
HER ZAMANKİNDEN DAHA FAZLA İNSANIN DAHA FAZLA ALANA İHTİYACI VAR
Zararlı insan faaliyetleri, doğal ortamları ihlal etmeye ve böylece sayısız türün yaşam alanlarını yok etmeye devam ediyor. Sayımız arttıkça, şehirler, altyapı ve ekili alanlar büyüyor ve birbirine karışıyor, kalan habitatı parçalıyor ve hayatta kalamayacak kadar küçük doğal bitki ve hayvan populasyonlarından oluşan izole “adalar” bırakıyor. Kara alanlarının yalnızca dörtte biri ve okyanusların üçte biri insan faaliyetlerinden nispeten zarar görmemiş durumda. İnsanoğlunun kereste, petrol ve mineraller gibi kaynakları amansızca tüketmesi, dünyanın dört bir yanındaki doğal yaşam alanlarını yok etmeye devam ediyor. Ayrıca, hem gelişmekte olan ülkelerdeki çalı eti avcılığı hem de denizlerimizde büyük ölçekli endüstriyel balıkçılık yoluyla yabani türlerin populasyonları üzerinde muazzam bir baskı oluşturuyoruz. Yaban hayatı kaçak avcılığı ve kaçakçılığı gergedanlar, kaplanlar ve balinalar da dahil olmak üzere birçok tür için hala büyük bir tehdit oluşturuyor.
HER ZAMANKİNDEN DAHA FAZLA İNSAN DAHA FAZLA İKLİM EMİSYONU ÜRETİYOR
Gezegenimiz, karbondioksit ve metan dahil olmak üzere sonsuz sera gazı üretimimiz nedeniyle bir iklim krizinin eşiğinde. Ulusların mevcut iklim hedefleri gerçekleşse bile, yüzyılın sonuna kadar 3-4 °C daha sıcak bir dünyaya doğru gidiyoruz. Küresel sıcaklık artışı nedeniyle türlerin azaldığını zaten görüyoruz. Her yarım derecelik ısınmanın ekosistemler üzerinde büyük bir zincirleme etkisi var. Hareketli türlerin göç edecek alanları tükeniyor ve mercanlar gibi sıcaklığa duyarlı organizmalar büyük yok oluşlara uğruyor.
Resif oluşturan mercanlar gibi kilit taşı türler yok olduğunda, destekledikleri zengin ve karmaşık ekosistemler de çökecek. BM İklim Raporu, yakın bir gelecekte Sahra altı Afrikası’ndan ve Ortadoğu’dan seksen milyondan fazla insanın Türkiye üzerinden Avrupa’ya geçmek isteyeceği bir iklim mülteciliği dalgasından söz ediyor. Böyle bir göçe hazırlıklı mıyız? Her zamankinden daha fazla insan, her zamankinden daha fazla atık ve kirlilik üretiyor.
Nüfus arttıkça, evlerden, tarımdan ve sanayiden gelen atıkların bertarafı giderek daha ciddi bir sorun haline geliyor. Okyanuslarımız, deniz kaplumbağalarından balinalara kadar milyonlarca hayvanın ölümüne neden olan plastik atıklarla boğuluyor. Pasifik çöp girdabı, Fransa’nın yüzölçümünün üç katı büyüklüğünde bir çöp adası yarattı. İnsan faaliyetiyle yaratılan yedinci kıta.
HER ZAMANKİNDEN DAHA FAZLA İNSANIN DAHA FAZLA YİYECEĞE İHTİYACI VAR
Habitat tahribatının, iklim değişikliğinin ve kirliliğin başlıca itici gücü olduğu için tarım, burada özel olarak anılmayı hak ediyor. Tarım, dünyadaki tüm yaşanabilir arazilerin %50’sini kaplıyor, memeli ve kuş türlerine yönelik yok olma tehditlerinin %80’i tarımdan kaynaklanıyor. Modern gıda sistemlerimiz aynı zamanda tüm sera gazlarının yaklaşık üçte birinden sorumlu ve iklim değişikliğine en büyük katkıyı sağlıyor.
Emisyonların yarısından fazlası hayvansal tarımdan kaynaklanıyor. Sürdürülebilir olmayan tüketimi karşılamak için sahip olduğumuz üretim kalıpları ve devasa nüfusumuzu besleyen insanlık, monokültürlere, suni gübrelere ve böcek ilaçlarına dayanan tarım sistemleri geliştirdi. Monokültürler hastalığa karşı giderek daha hassas hale geliyor, bu nedenle böcek populasyonlarını yok eden yaygın pestisit kullanımını gerektiriyor. Yoğun çiftçilik toprağın tükenmesine yol açıyor ve çiftliklerden gelen zehirli akıntılar hem yeraltı hem yerüstü su kütlelerini kirletiyor, alg populasyonlarının kontrolsüz artmasına ve balık stoklarının çökmesine neden oluyor.
Son 450 milyon yılda zaten beş kitlesel yok oluş olayı yaşandı. Bunların her biri, büyük volkanik patlamalar, okyanus oksijeninin tükenmesi veya bir asteroit çarpması gibi feci çevresel değişikliklerden kaynaklandı. Şu anda içinde bulunduğumuz altıncı kitlesel yok oluş tehdidi ise, insan faaliyetlerinden kaynaklanıyor. Sulak alanlar böyle kurumaya devam ederse, yakın bir gelecekte gıda krizi yaşanması ihtimali uluslararası kuruluşların raporlarına yansımış durumda. Olası gıda krizinin, toplumsal düzeni bozabilecek ölçüde yaşanacağı uyarısı yapılıyor. Makalenin başlığındaki sorunun cevabına gelirsek, bu gezegende yaşayan tüm canlılar içinde en akıllısı olduğunu kabul ettiğimiz Sapiens, daha önceki kitlesel yok oluşlardan zekası sayesinde kurtuldu. Ama çok fazla yanlış da yaptı. Şimdi durum çok ciddi. Zaman daralıyor. Gezegenimizin geleceği için sürdürülebilir kalkınma hedeflerinin ortaya koyduğu metodolojiyi kullanmaya derhal başlaması gerek.
Yeni sürdürülebilirlik paradigması, eski iş yapış şekillerimizin ve iş modellerimizin, odağa güveni alarak, radikal biçimde değiştirilmesi gerektiğini gösteriyor. Nereden başlamalı diye soranlara cevap; “GÜVEN”
Bu yeni paradigma şu anlama geliyor; çocuğunuza yedirdiğiniz bir meyveyi yetiştiren çiftçinin, onu üretirken pestisit ya da herbisit kullanmadığına, sulama suyuna, tarlaya komşu sanayi işletmesinden deşarj edilen kimyasal atık suyunun karışmadığına, ya da tarlalarda çocuk işçi çalıştırılmadığına, örneğin bir tekstil ürünü alırken, üretime dair tedarik zincirinden başlayarak tüm aşamalarda biyo çözünür hammaddeler kullanıldığına, enerji ihtiyacının yenilenebilir kaynaklardan elde edilmiş olduğuna, üretimde kullanılan suyun arıtılarak tekrar sisteme dahil edildiğine, fabrikada sigortasız işçi çalıştırılmadığına ya da kadın işçilere eşit ücret ödendiğine kadar, hiçbir şeye şüpheyle yaklaşmadan, ürünü güvenle almak. Bunun için sürdürülebilirlik prensiplerini adeta genetik kodlar gibi organizasyonlarımıza bir kültür olarak yerleştirmek zorundayız. Hem de hiç taviz vermeden.
Ölmüş bir gezegende iş olmaz. Bu nedenle işletmelerin artık tek amacı ekonomik kar sağlamak olmamalı. Gelirlerinden çevresel ve sosyal etki yaratacak projelere destek vermek üzere pay ayırmak, kaynakları kullanırken, bakir kaynaklar yerine döngüsel ekonomi yaklaşımı ile geri dönüşümü operasyonel olarak sisteme dahil edebilmek, özellikle stratejik planları birkaç kişilik yönetim ekibiyle yapmak yerine tüm paydaşların dahil edildiği yönetişim yaklaşımıyla oluşturmak, atık yönetiminde endüstriyel simbiyozu yaratmak için entegre sistemler kurmak, üretim faaliyetlerinin iklime, biyoçeşitliliğe, tarımsal ve sulak alanlara zarar vermemesini garanti altına almak bu yeni sürdürülebilirlik paradigmasının bileşenlerini oluşturuyor.
Kısacası, “Sürdürülebilirlik anlamında konu artık “yapsak iyi olur” aşamasını çoktan geçti. Bunu yapmak zorundayız çünkü zaman kalmadı aşamasına geldi.” İşletmeler hayatta kalabilmek (varlıklarını sürdürebilmek) için kendisine hayat veren unsurları beslemek ve yaşatmak durumundalar. Daha önceki kitlesel yok oluş süreçlerinden aklı sayesinde kurtulan ve hayatta kalmayı başaran Sapiens, altıncı kitlesel yok oluştan kurtulmak için akıl, bilim ve vicdanı bir arada kullanmak zorunda, çünkü “Sürdürülebilirlik” ancak böyle mümkün olacak.
Nüfus arttıkça, evlerden, tarımdan ve sanayiden gelen atıkların bertarafı giderek daha ciddi bir sorun haline geliyor. Okyanuslarımız, deniz kaplumbağalarından balinalara kadar milyonlarca hayvanın ölümüne neden olan plastik atıklarla boğuluyor. Pasifik çöp girdabı, Fransa’nın yüzölçümünün üç katı büyüklüğünde bir çöp adası yarattı. İnsan faaliyetiyle yaratılan yedinci kıta.