Bilmeliyiz ki; tüm dünya, tüm insanlık şu an ne ile karşılaşacağını net olarak kesinlikle öngöremiyor.
Bu sebeple; her sektör ve her bir sektörün içerisinde yer alan her bir firma, her bir marka- kendi parmak izi kadar biricik ve tekil olan kendi kök değerlerinin ve kendi kuruluş amaçlarının ışığında; hayatta kalabilmesi ve işlerinin devamını sağlayabilmeleri adına- kendisine özgü çözümleri- tüm paydaş ilişkilerini de en iyi şekilde kullanarak yine kendileri bulmalıdırlar.
Feodalite, Batı Roma İmparatorluğu’nun çöküşü ile başlayan, Orta Çağ boyunca, bilhassa Batı Avrupa’da hâkim olan ve 1453 İstanbul’un Fethi ile son bulan bir toplum düzenidir. Katı sınıf ayrımının olduğu, toprağı serbestçe kullanmanın mümkün olmadığı ve toprak ile ilgili tüm imtiyazların devletin ve aristokrasinin elinde olduğu bu düzene; üretim araçlarına sahip olanlar ile onlara hizmet edenler arasındaki ekonomik ve hukuki eşitsizliğe bir başkaldırı niteliğinde-bir başka sınıf daha dâhil olmuştur.
Adına “Burjuva” denilen bu sınıf; zamanla çeşitli üretim teknikleri geliştirerek; toplumun sosyal yapısını değiştirmiş ve sert sınıf ayrımları karşısında, emekçi sınıfın da desteğini alarak, feodal düzeni sona erdirmişlerdir. Bütün dünyayı günümüze değin etkisi altına alacak ve bir devrimin de baş aktörleri olarak anılan; Burjuvalar, soylu değillerdir. Ticaret, sanat ve zanaat ile kendilerini göstermiş ve yalnızca aristokratların yönetebileceği düşünülen şehirlerin yöneticiliğini, böylelikle elde etmişlerdir. Kökleri aslında 13. ve 14. Yüzyıla kadar giden; ancak asıl fitili, 14 Temmuz 1789’daki Fransız İhtilali ile ateşlenen “Rönesans” hareketi; moderniz akımının da fikri alt yapısını oluşturmuştur. Bir Özgürleşim hareketi olarak da anılan- Aydınlanma felsefesi ile- ilk evvela doğa yasaları aydınlığa kavuşturulmuş; insanlık tarihinde akıl ve düşüncenin bireyin en güçlü yetisi olduğu görüşü temel alınarak; dünyanın ve toplumun metafizik anlaşılmasına dayalı geleneksel toplum ve bilgi yapılarını böylelikle ortadan kaldırmıştır. Aydınlanma hareketi ile birlikte; modernizmin de temel söylemleri olan özgürlük, akıl, birey, insan hakları, toplum sözleşmesi, laiklik, demokrasi, eşitlik, bilimsel düşünce gibi kavramlar ön plana çıkmıştır.
Tüm Dünya’nın koskocaman bir Anaokuluna döndüğü ve herkesin birbirine, her dilden: “ellerini yıka- yerlere tükürme- insanları gözet- öksürürken ağzını kapat- yaşlıları ve çocukları koru ve onlara saygı göster” diye uyarılarda bulunup sorumluluklarını hatırlattığı şu günlerde; bizler, birbirimizden ayrı ancak birlik içerisinde, kimseye temas etmeden ancak sürekli iletişimde, bilimin, akılcı düşüncenin ve bilgi ile gelişen Dijital Çağın; her ne kadar şu an ironik (!) bir şekilde fiziken esir olsak da; düşünsel olarak bunun bir “Özgürleşim” hareketi olduğu bilen ve kabul eden; “Dijital Çağın Burjuvaları” ve bu devrin baş aktörleriyiz…Hepimiz… Yaşayabilmesi için ancak bir aracıya ihtiyaç duyan, hımbıl, asalak ve hala kendini hayvan’ da zannettiği için de insan bedenine adapte olamayan ve bu sebeple de henüz mutasyona da uğrayamayan; bir cansız mikroskobik organizma yüzünden (belki de sayesinde); bir ay içerisinde aniden yepyeni bir çağa uyandık. Diplomalarımızın, yetkinliklerimizin, malımızın, bilgi ve donanımımızın, çevremizin- hayatta kalabilmemiz adına bizlere hizmet etmediği; egoların, kibirlerin, “en iyi ben bilirim- seni de bilgim ile döverim” tavırlarının, dünyayı kurtaran işler yaptığını zannedip; 3 kuruşluk bilgisini 5 kuruşa satanların, “küçük dağlar benim” diyenlerin, tüm mevki ve makamına güvenenlerin, “sen giderken ben dönüyordum” diye böbürlenenlerin, kralın, kraliçenin, feriştahının bile “What can I do sometimes” ve “Everything is something happened” şeklinde bir “Occhiolism” (küçük ve sınırlı perspektife sahip olduğunun bilincinde olmak, sınırlı perspektif farkındalığı) bilincine ani erişmesi ile “İnsanlık” ve “İnsan olma” kavramlarına özgürlüğe, bilimsel bilgiye, doğa yasalarına, sosyolojiye, psikolojiye, sektörel, ekonomik, siyasi, kısaca insana dair daha sayamadığım pek çok farklı disipline dair kabul edilen; her şeyin üstü altına gelirken; bizler de bu “YENİ NORMAL”- düzenin içerisine-Alice’in Tavşan deliğine düştüğü gibi- hepimiz bir anda karga tulumba düşüverdik.
Manav reyonunda mal dizen ve “ne demek bitti” diye ilk onu azarladığımız görevliden, evimize temizliğe gelen yardımcı abladan, sokakta kâğıt toplayıp aslında geri dönüşüme hizmet edenlerden, yıllarca “farklı” edebiyatları ve söylemleri sebebi ile mesleklerini sıfat olarak kullandığımız kamyonculardan, trafikte o çok sinirlendiğimiz ve tam da aracımızın aynasının – hep de kör noktasına denk gelen motorlu kuryelerden; kısaca, özel yetenek ve donanım gerektirmeyen, ekstra bir eğitime ve tedrisata ihtiyaç olmayan, diplomalı veya diplomasız olmasının da bir fark yaratmadığı ve bu tarz işleri yapanlar ile bu hizmetleri satın alanlar arasındaki gelir düzeyinden kaynaklı sınıfsal ayrımın da çok net ve keskin olduğu bir düzenden; söz konusu işlerde çalışıp; şu olağanüstü durumlarda, bizlerin hayatta kalabilmesi adına; eğitimi, statüsü ve yaşından bağımsız bir biçimde: “sizler olmasanız biz ne yaparız” bilincine evirilen ve insana sadece insan olduğu için kıymet verilmesini ve İNSAN OLMA’yı; her ne iş yapıyorsak yapalım, her ne eğitim almışsak alalım, hiçbirimizin işinin, mesleğinin ve statüsünün bir diğerinden daha kıymetli, daha önemli ve daha hayati olmadığını; herkesin aslında eşit ve bir biçimde bilim ve doğa kanunları karşısında aciz olduğunu; bu sefer tüm dünyaya; Jean Jacques Rousseau yerine bu hımbıl virüs idrak ettirdi.
Kaçınılmaz bir dijital dönüşüm yaşadığımız ve Rönesans 2.0 olarak da adlandırılan ve dünya tarihine de damgasını vuran ve vurmaya da devam edecek olan şu dönemde; çok da fütürist (?!), diplomalarını sıram sıram duvarlara asıp, sektörlere, ekonomiye, markalara, firmalara 5 dilde dijital djital akıllar verip- “şirketlerinizi benim öngörülerim rehberliğinde ben kurtaracağım- en çok ben öngörüyorum- gelin bizimle dijital olun – eski dijitalinizi getirin yenisini bizimle götürün – 3 dijital eğitim alana 1 dijital eğitim de bizden – şimdi hep beraber dijital dijital nefes alıp verelim – ahirette iman, dijital ’de İBAN” diyenlerin bu dijital Rönesans’ı ve insanlığın dijitale evrilmesini çok yanlış anladığını da düşündüğüm için; son olarak şunları söyleyerek yazımı tamamlamak istiyorum:
Bilmeliyiz ki; tüm dünya, tüm insanlık şu an ne ile karşılaşacağını net olarak kesinlikle öngöremiyor. Bu sebeple; her sektör ve her bir sektörün içerisinde yer alan her bir firma, her bir marka- kendi parmak izi kadar biricik ve tekil olan kendi kök değerlerinin ve kendi kuruluş amaçlarının ışığında; hayatta kalabilmesi ve işlerinin devamını sağlayabilmeleri adına- kendisine özgü çözümleri- tüm paydaş ilişkilerini de en iyi şekilde kullanarak yine kendileri bulmalıdırlar. Dijital olmanın önemini ve hatta zaruriyetini bir an evvel idrak edip; gerekli değişim ve dönüşümleri yapabilmeleri adına tüm alt yapıları ivedi hazırlamalı; ancak bunu da yine kendilerine özgü ve sadece kendi dijital ayak izlerinin nasıl olması gerektiği üzerine çalışıp; ona uygun biçimde geliştirmelidirler.
İçinde bulunduğumuz bu kriz döneminde; “Millet can derdinde koyun et derdinde” denmemesi adına; tüm şirketler, sosyal medya paylaşımlarındaki söylemlerine yüksek hassasiyet göstermeli ve “en dijital biziz- daha dijitali yok” üsluplarını bir kenara bırakıp; bütünsel düşünülmesi gerekliliğini ve hatta sorumluluğunu idrak etmelidirler. İnsan olmayı ve insana sadece insan olduğu için değer verilmesi gerektiğini, satış fetişi ve kriz de hayatta kalma refleksleri arasında unutmamalı; akılcı ve bilimsel bilgilerin önemini- tüm iç ve dış ölçüm parametrelerinde kullanarak ilerlemelidirler.
Babaannemin bir şey okuyacağı zaman, dedeme; “Ver de senin şu yakın gözlüğünü bir bakayım” demesi gibi; başkasının gözlüğü ile ne kadar önünüzü görebileceğinizi, kendi içinizde tasarruf ederek; kendi marka ve firmalarınıza dair gelecek planlarınızı, kendi özgün ve biricik olan kök değerleriniz ile kendinize özgü olacak şekilde dikeyde yerel; ancak bütünde genel düşünüp, bulmanız artık kaçınılmazdır. Zira; unutulmaması gerekir ki; 16. Yüzyılda yaşanan Rönesans, sanat, edebiyat ve bilimde en iyi resim çizeni, en kurallı şiir yazanı, en düzgün roman kaleme alanı değil; insanlığı, içinde bulunduğu dönemi, kendi toplumunu ve dünyayı en özgün biçimde betimleyip – yansıtanı hatırlamış ve tarihten tarihe taçlandırarak aktarmıştır.
Birbirimize “temas ederken aslında ne derece ayrı” olduğumuzu; “ayrılarak birleştiğimiz” de ancak anlayabildiğimiz şu zorlu günleri- hepimizin sağ ve sağlıkla atlatabilmesini diliyorum.