Gelecek dönem eğilimlerine ilişkin ipuçları sunan göstergelerin çoğu 2018’in ikinci yarısına kıyasla olumlu bir görünüm sunmaktadır. Söz gelimi, TCMB ve TÜİK verilerine göre Kasım 2019 itibariyle reel kesim güven endeksi, yatırım harcaması eğilimi ve tüketici güven endeksi yükselme trendine girmiştir
Enflasyon göstergeleri incelendiğinde, yıllık değişim bazında 2019 yılının Ekim ayında %1,70’e kadar gerileyen Yİ-ÜFE’nin Kasım’da yeniden yükselme eğilimine girerek %4,26’ya çıktığı görülmektedir. Öte yandan 2018’in Eylül ayında %46,15’e kadar yükselen Yİ-ÜFE’nin kısa bir zaman diliminde önemli ölçüde düştüğü olumlu bir gelişme olarak belirtilmelidir.
Türkiye ekonomisi 2020 yılına zorlu koşullar içerisinde adım atmaktadır. Bu koşulları, 2018 yılından beri küresel ekonomik faaliyeti baskılamakta olan ticaret ve kur savaşları başta olmak üzere bir dizi olumsuz konjonktürel etki ile yüksek işsizlik oranları, kronik dış ticaret açıkları ve yüksek düzeydeki dış borçların başı çektiği yapısal problemler belirlemektedir.
2018 yılının ikinci yarısında Türkiye ekonomisi türbülansa girmiş, son çeyreğinde resesyon başlamış, üretime ve ticarete ilişkin ekonomik göstergelerin tamamına yakını negatif yönlü bir seyir izlemiştir. Ekonomide toparlanma eğilimleri 2019 yılının ikinci yarısında başlamış, son çeyreğinde belirginleşmiştir. Nitekim 2019 yılının üçüncü çeyreğine ilişkin GSYH tahmini %0,9 olup, bu oran, önceki üç çeyrek boyunca art arda negatif gerçekleşen (-%2,8; -%2,3 ve -%1,6) iktisadi büyümenin olumlu bir seyre girdiğine işaret etmektedir. Ancak halen büyüme hızı gerek gelişmiş ülkelerin gerekse de gelişmekte olan ülkelerin ortalama büyüme hızının altındadır.
Büyümenin kaynaklarına bakıldığında, artışın temel olarak tarım sektörü toplam katma değer büyümesinden kaynaklandığı görülmektedir. Ekonomide daha geniş faaliyet alanlarına dinamizm sağlaması, istihdam olanaklarını, özellikle de nitelikli işgücünün istihdamını tarım sektörüne göre daha fazla genişletmesi, ihracat gelirlerinin daha yüksek ve istikrarlı olması ve katma değer üretiminin daha yüksek olması nedeniyle sanayi sektörünün ilerleyen dönemlerde büyümenin temel kaynağı haline getirilmesi, özellikle de ihracata yönelik üretim yapan imalat sanayisi alt sektörlerine ağırlık verilmesi, ülkemiz için elzem bir durumdur.
2019 yılının sonuna yaklaşırken Türkiye ekonomisine ilişkin en dikkat çekici gelişmelerden biri, Temmuz 2019’dan beri cari işlemler hesabının pozitif bakiye veriyor olmasıdır. Türkiye 1947 yılından beri her yıl dış ticaret açığı vermiştir ve en büyük bileşeni dış ticaret açığı olan cari işlemler açığı, Türkiye’nin kronik bir problemi olagelmiştir. Üretimin ve dolayısıyla ihracatın ithalata bağımlılığı nedeniyle kronikleşmiş olan yüksek dış ticaret açıkları ve buna bağlı olarak bozulan cari işlemler göstergeleri, ülkemizde genellikle daralma ve kriz dönemlerinde iyileşme göstermektedir.
Dolayısıyla TCMB’nin tahminlerine göre Türkiye’nin 2019 yılsonu itibariyle pozitif büyüme sağlanan bir yılda cari fazla verecek olması, oldukça kayda değer bir durumdur. Son beş aydır söz konusu olan cari fazlanın kaynaklarına bakıldığında, (i) iç talepte 2018 yılının ikinci çeyreğinden itibaren görülen yavaşlamanın ithalatı baskılaması, (ii) 2014 yılının sonlarından itibaren düşen ve mevcut durumda 2018’e göre daha da ılımlı seyreden petrol fiyatlarının olumlu etkileri, (iii) ihracat hacmindeki görece olumlu seyir ve (iv) hizmet gelirlerindeki artışın öne çıktığı söylenebilir.
Bu kaynaklarla pozitif bakiye veren cari işlemler hesabının gelecek dönemlerde yeniden negatif bakiye vermesi ise kuvvetle muhtemeldir. Zira (i) Ekonomide toparlanma eğiliminin görülmesi ile birlikte 2019 yılının sonuna yaklaşırken toplam kredi büyümesi negatif düzeyden kurtulmuş ve yaklaşık %9 artışa ulaşmıştır. Belirtmek gerekir ki hem ticari krediler hem de tüketici kredileri yıllık ortalama bazında artış göstermiş olmakla beraber, tüketici kredi büyümesi, ticari kredi büyümesinin üzerinde gerçekleşmiştir. Bu durum iç talepte canlanma anlamına gelmektedir ve iç talepteki canlanmanın ithalatı uyarıp dış dengeleri olumsuz etkileme olasılığı göz önünde bulundurulmalıdır. (ii) Reel efektif döviz kuru halen 80’in altındadır. Bilindiği üzere reel efektif döviz kurunun 100’ün altında olması, TL’nin görece değersiz olduğu anlamına gelmektedir.
Bu durum dış dengenin pozitif bakiye vermesi ile birlikte değerlendirildiğinde, reel efektif döviz kurunun düşük olması nedeniyle ihracat gelirleri görece düşük kalmakla beraber ihracat hacmimizin olumlu bir seyir izlediğini ve reel kur endeksi 100’e yakınsadıkça ihracatın baskılanacağı ve dış ticaret açığının yükseleceği biçiminde yorumlanabilir. (iii) Hizmet gelirlerinde kaydedilen artışların en önemli nedeni seyahat ve turizm gelirlerindeki artışlardır.
Bu hizmet alt kalemi mevsimsel dalgalanmalar gösterebilmektedir ve önümüzdeki çeyrekte artış hızının azalması beklenmektedir. (iv) Küresel ticaret savaşları, bir yandan enerji dışındaki ithal girdi maliyetlerini artırmakta, diğer yandan ihracat maliyetlerini yükseltmektedir. Tarife artışlarının etkilediği ürünlerin/sektörlerin kapsamının genişlemesi halinde, Türkiye’nin dış ticaret göstergelerinin tarife artışlarına bağlı olarak korozyona uğraması olasılık dahilindedir.
Enflasyon göstergeleri incelendiğinde, yıllık değişim bazında 2019 yılının Ekim ayında %1,70’e kadar gerileyen Yİ-ÜFE’nin Kasım’da yeniden yükselme eğilimine girerek %4,26’ya çıktığı görülmektedir. Öte yandan 2018’in Eylül ayında %46,15’e kadar yükselen Yİ-ÜFE’nin kısa bir zaman diliminde önemli ölçüde düştüğü olumlu bir gelişme olarak belirtilmelidir. Benzer şekilde, 2018’in ikinci yarısında %25,24’e kadar yükselen TÜFE’nin kısa bir zaman diliminde önemli ölçüde düştüğü ve 2019 yılının Ekim ayında %8,55’e kadar gerilediği görülmektedir.
Öte yandan TÜFE Kasım ayında yükselerek yeniden iki haneli sayılara ulaşmıştır (%10,56). Bu durum, Türkiye’nin enflasyon göstergelerinin küresel ortalamaların oldukça üzerinde bulunduğu olgusuyla birlikte değerlendirildiğinde (gelişmiş ülkelerin ortalaması < %2, gelişmekte olan ülkelerin ortalaması < %4), fiyat istikrarının sağlanmasında halen kat edilmesi gereken bir mesafenin bulunduğu ortaya çıkmaktadır.
Gelecek dönem eğilimlerine ilişkin ipuçları sunan göstergelerin çoğu 2018’in ikinci yarısına kıyasla olumlu bir görünüm sunmaktadır. Söz gelimi, TCMB ve TÜİK verilerine göre Kasım 2019 itibariyle reel kesim güven endeksi, yatırım harcaması eğilimi ve tüketici güven endeksi yükselme trendine girmiştir.
Benzer şekilde, 2018 yılının ikinci yarısında 100’ün altına düşen TCMB bileşik öncü göstergeler endeksi Ekim ayı itibariyle yeniden 100 düzeyini yakalamıştır. Bu durum, iktisadi faaliyetin uzun dönem eğilimine yeniden yaklaştığı biçiminde yorumlanabilir.
Küresel PMI endeksi 50 bandının üzerine çıkmış bulunmaktadır. Her ne kadar bu durum, daha elverişli bir küresel konjonktürün yaklaştığına işaret etse de, Türkiye’de PMI endeksi Kasım 2019 itibariyle halen 50’nin altında bulunmakta ve gelecek çeyreğe ilişkin canlı bir iktisadi faaliyet beklentisini bir ölçüde düşürmektedir. Tüm bu görece ılımlı açıklamalardan sonra belirtmek gerekir ki işsizlik Türkiye’nin en acil çözüm gerektiren ve en ağır yapısal iktisadi problemidir. 2019 yılının Eylül ayı itibariyle mevsim etkilerinden arındırılmış işsizlik oranı %13,8’ye, tarım dışı işsizlik oranı %16,5’e, genç işsizliği oranı ise %26,1’e yükselmiştir. Bu oranlar, küresel ortalamaya (2019 tahmini %4,9), gelişmiş ülke oranlarına ve gelişmekte olan ülkelerin ortalamalarına kıyasla dramatik ölçüde yüksektir.
Özellikle genç işsizliğinin ulaştığı düzey, ekonomik ve sosyal duruma ilişkin en karamsar göstergelerden birini teşkil etmektedir. İstihdam edilenlerin sektörlere göre dağılımına bakıldığında, tarımdaki ve sanayideki istihdam oranının azaldığı, hizmetlerin payının arttığı görülmektedir. Bu noktada, sanayi istihdamını önemli ölçüde artıracak acil politika uygulamalarının gerekliliğini vurgulamak yerinde olacaktır.
Bir diğer yapısal problem, Türkiye’nin yüksek düzeydeki dış borçluluğudur. Dış borç göstergeleri incelendiğinde hem bankacılık kesiminin hem de bankacılık sektörü hariç özel sektör borç stokunun yüksek düzeylerde bulunduğu ve döviz cinsinden bu borçların ekonominin kırılganlığının birincil nedenleri arasında yer aldığı söylenebilir. Özel sektör borçlarının hazine garantisinde olan kısmı kamu dengeleri açısından artan bir risk oluşturmaktayken, yüksek dış borçlar genel olarak bankacılık sektöründe ve reel sektörde artan bir riske yol açmakta ve özel sektör yatırımları ile istihdamının artırılmasının önündeki en büyük engel olarak belirmektedir.
Özetle ifade etmek gerekirse; 2018 yılının ikinci yarısından itibaren tansiyonu oldukça yükselen ve resesyonist bir sürece giren Türkiye ekonomisi, 2019 yılının ikinci yarısında toparlanmaya başlamıştır. Öte yandan üretimin ithalata bağımlılığı, yüksek düzeyde işsizlik ve özel kesimin yüksek dış borçlarından kaynaklanan kırılganlık, yapısal problemler olarak varlığını sürdürmektedir. Bu problemlerin çözümü büyük ölçüde, üretimde ithal girdi bağımlılığının azaltılmasına, katma değerin yükseltilmesine, özel kesim bilançolarında iyileşme sağlayacak etkili tedbirlerin alınmasına ve ülkenin istihdam kapasitesini artıran yatırımların yapılmasına bağlıdır.
Son dönemde ulusal yenilenebilir enerji üretimini artırmaya ilişkin bir farkındalığın oluşması, özel kesimin finansman kısıtlarını göz önüne alan ve kritik alanlarda yatırımları artırmayı hedefleyen Proje Bazlı Teşvik Sistemi’nin uygulanmaya başlaması, istihdam odaklı yatırımlara devlet kredisi imkanlarının artırılması, özel kesim firmalarının döviz cinsinden borçlanmasını döviz gelirlerine bağlayan bir çerçeve oluşturulması, katma değeri görece yüksek ürünlerin üretim kapasitesini arttırmak amacıyla yüksek teknoloji ürünleri merkeze alan Teknoloji Odaklı Sanayi Hamlesi Programı’nın tasarlanması gibi gelişmeler, ekonomimizin yapısal problemlerine ilişkin çözüm arayışlarını göstermektedir.
Bu uygulamaların her biri, ekonomiye bir ölçüde olumlu katkı sağlama potansiyeline sahip olmakla beraber, esas olarak, ulusal sanayinin güçlendirilmesi için topyekün bir hamle yapılması gerekmektedir. Daha açık bir ifadeyle, sıcak para girişine dayalı ekonomik büyüme arayışları yerine, fiziki yatırım, üretim ve istihdam odaklı bir büyüme anlayışı merkeze alınmalıdır.
Bu çerçevede, finansal sektörü reel sektörü finanse etmeye yöneltecek para ve maliye politikalarının uygulanması hayati önem taşımaktadır. Yurt içi tasarrufların yükseltilmesine yönelik uygulamalar ön plana çıkmalı ve ülkenin fiziki sermaye stokunu artıran, bir başka deyişle yeşil alan yatırımları niteliğindeki doğrudan yabancı sermaye yatırımlarının ülkeye girişini teşvik edecek uygulamalara ağırlık verilmelidir.
Özetle ifade etmek gerekirse; 2018 yılının ikinci yarısından itibaren tansiyonu oldukça yükselen ve resesyonist bir sürece giren Türkiye ekonomisi, 2019 yılının ikinci yarısında toparlanmaya başlamıştır. Öte yandan üretimin ithalata bağımlılığı, yüksek düzeyde işsizlik ve özel kesimin yüksek dış borçlarından kaynaklanan kırılganlık, yapısal problemler olarak varlığını sürdürmektedir. Bu problemlerin çözümü büyük ölçüde, üretimde ithal girdi bağımlılığının azaltılmasına, katma değerin yükseltilmesine, özel kesim bilançolarında iyileşme sağlayacak etkili tedbirlerin alınmasına ve ülkenin istihdam kapasitesini artıran yatırımların yapılmasına bağlıdır.